“Her akla gelen yazılmaz.”
Gustave Flaubert
Yine
uzun bir ara ve yine Flaubert diyorum. Duygusal Eğitim, en basit
yorumla, bir büyüme hikâyesi. Liseyi yeni bitirmiş, 18 yaşındaki
Frederic Monreau' nun, 1848 devriminin hemen öncesinde, hukuk okumak
için gittiği Paris' de, umutsuz bir aşkın peşinde koşturup bir
de toplum hayatında kendine yer edinmeye çabalaması, romanın ana
çizgisini oluşturuyor. Ama işte tam da böyle değil. Yani mesele
bu kadar basit değil. Okuyalı epey zaman geçmesine rağmen bir
türlü cesaretimi toplayıp bir iki şey yazamadım. Bunun birinci sebebi Flaubert'in gerçekçi romanın babası olmasından,
ikincisiyse romanın edebiyat tarihindeki öneminden kaynaklanıyor.
Ortada binlerce kez yorumlanmış, hakkında tezler, kitaplar
yazılmış bir roman olunca haliyle insan birazcık çekiniyor.
Mesela
James Wood, Kurmaca Nasıl İşler'de -çok aydınlatıcı bir
eser, roman severlere tavsiye ederim- Flaubert hakkında şöyle
diyor;
“Şairler
nasıl bahara şükran duyuyorsa romancılar da Flaubert'e öyle
şükran duymalıdır. Onunla her şey yeni baştan başlar.
Gerçekten de Flaubert'den önce ve Flaubert'den sonra olmak üzere
iki ayrı zaman vardır. Flaubert, çoğu okur ve yazarın modern
gerçekçi anlatım olduğunu düşündüğü şeyi kararlılıkla
kurmuştur ve onun etkisi öyle tanıdıktır ki, çoğu zaman
görünmez. İyi bir düz yazının, pek gündeme getirmediğimiz
özellikleri vardır. İyi bir düz yazı anlatmayı ve parlak
detayları tercih eder. Görsel dikkatin derecesine ayrıcalık
tanır. Tıpkı iyi bir hizmetkar gibi duygusallıktan arınmış bir
sükunete sahiptir ve lüzumsuz yorumlar yapmaktan kaçınmayı
bilir. İyi ve kötüyü tarafsız bir biçimde yargılayabilir.
Bizleri itmek pahasına bile olsa gerçeği arar. Ve tüm bunların
üzerinde yer alan yazarın parmak izleri, paradoksal bir biçimde,
görünür olmasa da takip edilebilirdir. Bu özelliklerin bir
bölümünü Defoe, Austen ya da Balzac'ta bulabilirsiniz fakat;
Flaubert'e kadar hepsini tek bir yazarda bulamazsınız.”
İletişim
yayınlarının Duygusal Eğitim'in sonuna eklediği Philippe
Desan'ın yorumu ise şöyle;
“Sonuç
olarak Duygusal Eğitim, güçsüzlük ve hor görülme üstüne bir
romandır; Frederic'in güçsüzlüğü ve 1848 devriminin
hor görülmesi üstüne... Flaubert, belli bir tarihi, onunla
ilgiliymiş gibi duran tüm olayları bulandıran bir öykü üreterek
yadsımıştır. Bu roman, tarihin yıkıntıları üzerine kurulmuş
bir öykü gibi, aynı zamanda parçalama aracı olan bir kurmaca ya
da Flaubert'e göre doğru olan, bambaşka bir tarihi yeniden kurmaya
yarayan bir araç olarak okunabilir.”
Hala
burda mısınız? Okumaya devam ediyorsanız eğlenceli kısma
geliyoruz; Sanatın Kuralları adlı kitabında Pierre
Bourdieu, 175 sayfada, geniş bir
özetini vererek, Duygusal Eğitim'i ayrıntılı biçimde
inceliyor;
“Frederic,
toplumsal çevrenin gerektirdiği sanat veya para oyunlarına tümüyle
kendini vermeyi beceremez. Herkesin benimsediği ve paylaştığı
yanılsama olarak illusio'yu, dolayısıyla gerçekliğin
yanılsaması'nı yadsır, ayrıcalıklı biçimini en uç
noktalardaki (sözgelimi, Don Kişot'ta ya da Emma Bovary'de) romana
özgü yanılsamanın oluşturduğu, gerçek veya gerçek olduğu
söylenen yanılsama içine sığınır. Gerçek yanılsamasına
giriş olarak yaşama atılma, her toplumsal öbek içinde kaçınılmaz
bir nitelik sunsa da kendiliğinden gelişmez. Flaubert'in kendisi
gibi Frederic ve Emma'nın da gerçeği ciddiye almayı
beceremedikleri için kurguyu ciddiye alan romansı ergenlik çağı
dönemleri, tüm kurgular karşısında bir ölçü olarak aldığımız
“gerçek”in,
toplu bir yanılsamanın evrensel olarak doğrulanmış
göndergesinden başka bir şey olmadığını anımsatır.”
Bir
okur olarak bana gelince; Duygusal Eğitim'in evrensel bir roman
olduğunu söyleyebilirim. Sadece bir büyüme romanı olarak değil
aynı zamanda politik bir roman olarak da evrensel. Ve anlaşılan o
ki binlerce yıl geçse de her çağa verebileceği bir şeyler hep olacak. Flaubert, Bilirbilmezler'de anlattıklarını farklı bir
biçimde Frederic'le ve Devrim'le anlatmış. Bu kez 18 yaşında,
kime, neye güveneceğini bilemeyen, aşık bir genç var sahnede;
“Beni
seven bir kadın olsa, bir şeyler becerirdim belki... Niçin
gülüyorsun? Aşk dehanın besinidir; soluk aldığı hava gibidir.
Yüce yapıtları olağanüstü coşkular yaratır. Ama düşlerimin
kadınını aramaktan vazgeçiyorum! Zaten günün birinde ben;
içinde elma mı, değersiz cam mı olduğunu bilemediğim bir
hazineyle birlikte sönüp gideceğim.”
Aşık
olmanın verdiği güçle her şeyi yapmaya da heveslidir. Mesela;
“O
zaman, kişiye daha yüce bir evrene gitmiş duygusunu veren bir ruh
ürperişine tutuldu. Ne olduğunu bilmediği olağanüstü bir
yetenek gelmişti üstüne. Ciddi ciddi sordu kendisine: Büyük bir
ressam ya da büyük bir şair mi oluyordu yoksa? Ressamlıkta karar
kıldı; çünkü bu sanatın gerekleri kendisini Madam Arnoux'ya
yaklaştıracaktı. Böylece bulmuş oluyordu yolunu! Hayatının
gereği artık aydınlanmış, gelecek kesinleşmişti.”
ya
da;
“Ertesi
gün bütün gücüyle çalışmaya başladı. Kendisini, bir kış
akşamı, bir ağır ceza duruşmasında son savunmasını yaparken
görüyordu; jüri üyelerinin yüzlerinde renk kalmamış,
heyecandan soluğu kesilmiş dinleyici kitlesi duruşma salonuna
sığmıyor; kendisi dört saatten beri konuşuyor, bütün
delillerini özetliyor, yeni yeni deliller koyuyor ortaya ve her
cümlesinde, her hareketinde, arkasında duran giyotin bıçağının
yukarı kalktığını duyuyor; sonra meclis kürsüsünde bir hatip
olarak görüyor kendini, dudaklarının ucunda bütün bir halkın
kurtuluşu, rakiplerini söz sanatının incelikleriyle boğuyor...”
hatta;
“O
sıralarda, edebiyat konusundaki tasarılarını, kendisine karşı
bir onur meselesi sayarak muhafaza etmekteydi. Pellerin'le yaptığı
konuşmalardan esinlenerek bir estetik tarihi yazmak sonra,
Deslauriers ve Hussonnet'nin dolaylı etkisi altında Fransız
Devrimi'nin çeşitli dönemlerini dram halinde vermek ve büyük bir
komedi yazmak istiyordu.”
politika,
müzik vs, vs. konularında da yeteneklerini göstermek ister. Çünkü Pierre Bourdieu'nun
söylediği gibi Frederic, gerçekliği kabullenmeyi, ona uyum
sağlamayı beceremez, en azından uzunca bir süre. Gerçi
Flaubert'in çizdiği, bugünden ve geçmişten farklı olmayan
gerçek dünyanın pek kabul edilir yanı da yoktur. Politika,
hırslı insanlar, düşmanlıklar, maddi çıkarlar için yapılan
mücadeleler... hemen her şey ülke, şehir, çağ gözetmeden
günümüzde de rahatça gözlemlenebilir şeylerdir. Ama bana
kalırsa bütün bu evrensel “değerleri” Flaubert gibi
anlatabilen yoktur.
“Bazı
kimseler imparatorluğu, bazıları Orleans ailesini istiyorlardı;
bazıları da Kont de Chambourd'u; ama hepsi merkeziyetçi olmayan
bir yönetime hemen gidilmesi fikrinde birleşmekteydi; bunun için
bazı yöntemler ileri sürülüyordu: Paris'i büyük caddelerle
birçok bölüme ayırıp aralarına köyler yerleştirmek;
Versailles'i başkent yapmak, üniversiteyi Bourges'a taşımak,
kitaplıkları kaldırmak, her türlü yetkiyi tümen komutanlarının
eline bırakmak gibi. Köy hayatı ve öbür insanlardan daha duyarlı
olması doğal görünen cahil kişiler göklere çıkarılıyordu.
Kinin bini bir para; İlkokul öğretmenlerine ve şarap tacirlerine
karşı, felsefe sınıflarına ve tarih derslerine karşı, her
türlü bağımsızlığa, her türlü bireysel gösteriye karşı
kin... “Otorite ilkesini pekiştirmek gerekirdi çünkü; kimin
adına ortalarda devindiği nereden geldiği önemli değildi,
yeterki bir Güç, otorite olsundu! Tutucular da artık Senecal gibi
düşünüyorlardı. Frederic bir şey anlamaz olmuştu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder