Felsefeci
ve sosyolog Renata Saleci, seçim meselesine geniş bir perspektiften
bakıyor. Peynir seçiminden çocuk sahibi olmaya uzanan bir alanda
seçimlerimizi ve arkasında yatan dürtüleri sorguluyor. Seçenek
çokluğunun avantajdan dezavantaja nasıl dönüştüğünden ve en
sevdiğim konu olan kişisel gelişim sanayisinin hayatımızı nasıl
etkilediğinden bahsediyor.
Saleci,
“Ne olmak istiyorsan o ol”, “Kendin ol”, “Bugün hangi
kadın olmak istersin” diye seslenen, bizim de yabancısı
olmadığımız reklam panolarından, kendin olmayı öğreten bu
yapının, bireyleri rahatlatmaktan çok kaygı durumuna neden
olduğunu, güvensizliği arttırdığını söylüyor. Bu konuda
dikkat çektiği durumlardan biri de hayatımızla ilgili tercihlerin
tükettiklerimizle ilgili olanlarla aynı terimlerle ifade edilmesi.
“Doğru duvar kağıdını ya da saç kremini bulmaya çalışır
gibi “doğru” hayatı bulmaya çalışıyoruz.” diyor Renata
Saleci. Kişiliğinizi seçimlerinizle yansıttığınız fikri hem
seçim yapmayı hem de yaşamayı zorlaştırıyor. Tercih yapmaktan
bunalan, korkmaya başlayan birey, ne yapması gerektiğini
söyleyen kitaplara ya da kişilere ihtiyaç duyuyor ve bir kısır
döngü başlıyor.
“Ortalama
bir insandaki sayısız kusur ve yetersizliğe dikkat çektiler ve
bizi kendi zaaflarımızla meşgul ettiler. Böylece daha da fazla
kişisel gelişim arar olduk. Daha önemlisi, kişisel gelişim türü,
kolektif ve bireysel psişedeki bamtellerine dokunan sayısız
bilinçaltı mekanizmadan birini teşkil ediyor. Nasıl daha iyi
olabileceğimize yönelik hatırlatmalar, kendimizi yetersiz
hissetmeye devam etmemizi daha iyi olma ve daha sıkı çalışma
çabalarımızı sürdürmemizi sağlıyor. “Kişisel gelişim”
insanların kendi yarattıkları beklentileri karşılamayıp daha
fazla yardıma, daha fazla kitaba, daha fazla koçluğa ihtiyaç
duymasına bel bağlıyor.”
Bir
yandan kendi kendinin yaratıcısı olduğuna inandırılan birey,
yeni kişilikler yaratmakla meşgul olurken diğer taraftan toplumsal
onay alma ve kabul görme çabaları insanların ruh halinde ciddi
sorunlara neden oluyor.
“(...)
Nitekim insanlara başkalarıyla tatminkar etkileşimler kurmaları
için önce kendilerini sevmeyi öğrenmeleri gerektiğini öğreten
kişisel gelişim kitaplarına dönük gittikçe artan saplantının
bir nedeni de bu olabilir. Ne var ki kendimizi sevmek hiç de kolay
bir iş değil. Amazon. com'da yapılan bir arama, kendinizi
sevmenize yardımcı olacak 138.987 kitap bulunduğunu gösteriyor.
(...) Asıl sorun hala başkaları tarafından sevilmeyi umuyor olsak
da, kendini sevmeyi bu kadar öne çıkaran bir kültür içinde
başka birini sevmenin giderek güçleşmesi.”
Seçim
yapmayı güçleştiren nedenlerin başında ise kaybetme korkusu
geliyor. Yazara göre seçim aşamasında kazanabileceklerimizden
çok kaybedeceklerimiz bizde kaygı uyandırıyormuş. Üstelik bir
de önemsemediğimiz kararların sonradan büyük sonuçlar
doğurabileceğini düşünürsek seçim yapmak imkansız hale
geliyor.
“(...)
Bugün yani yirmi birinci yüzyılın başında, insanlar genelde
herhangi bir seçim yapmanın imkansızlığıyla boğuşuyor.
Aralarında seçim yapılacak seçeneklerin sayısı bu kadar
fazlayken, seçmek bu kadar bunaltıcı ve yanlış seçim yapmanın
sorumluluğu bu kadar kaygı uyandırıcı görünürken,
kararsızlığa saplanıp kalmak, seçimin doğurabileceği olası
pişmanlık ve hayal kırıklığına bir koruma sağlıyor sanki.”
Saleci,
hayatımızda büyük ağırlığı olan aşk seçimlerinden ve daha
zoru olan ayrılık durumunun yarattığı kaygıdan, bu tür
seçimler yaparken altta yatan düşünceleri psikiyatrist Peter D.
Kramer'in kitabından bir örnekle açıklıyor.
“Kimileri
soruyu hemen geçiştirirken, kimileri yıllarca düşünüp taşınır.
Kilit değişken, sorunun tam olarak ne kadar ısrarlı ve ivedi hale
geldiğidir. Ama birçoğumuz bu sorunun varlığını inkar ederiz.
Mesela belli bir ilişkiyi sürdürmenin kimliğimizle tutarlı olan
tek seçenek olduğuna kendimizi ikna edebilir veya tam tersi bir
akıl yürütmeyle, yani ayrılsak bile değişen bir şey
olmayacağını söyleyerek ilişkimizi sürdürmeyi haklı
çıkarabiliriz. Her iki durumda da kendimizi aslında seçme
şansımızın olmadığına ikna ederiz. (...) Dolayısıyla seçimi
ertelemek veya imkansız hale getirmek için elimizden geleni
yaparız.”
Kitabın
enteresan bölümlerinden biri de Psikanaliz ve Seçim. Freud'dan
Lacan'a kimlik oluşturma problemini teoriler üzerinden anlatıyor.
“Özne
hiç durmadan bizatihi toplumun (büyük Öteki) ve diğer insanların
gözünde ne tür bir nesne olduğunu kestirmeye çalışır.
Ötekileri gözlemleyip bizde ne gördüklerini tahmin ederek, onlar
için ve kendimiz için kim olduğumuzu öğrenmeye çalışırız.
Ve toplumsal tanınma elde etmeye çalışarak büyük Ötekinin bizi
nasıl gördüğümü anlamayı umarız. Her iki soruya da -diğer
insanlar için taşıdığımız anlam ve toplum içindeki yerimiz-
bir türlü doğru düzgün bir yanıt alamayız.”
İnsanın
rasyonel bir varlık olduğunu yani seçimlerini en az acı, en fazla
mutluluk ya da en çok kazanç üzerine yaptığını iddia eden
rasyonel seçim teorisinin aksine Saleci, insanın çoğu zaman hiç
de rasyonel seçimler yapmadığını hatta bile isteye kendi
çıkarlarının tersine de davranabildiğini söylüyor. Özellikle
aşk söz konusu olduğunda rasyonel olduğumuzu söylemek pek de
kolay değil. Aynı şeyi bizi bambaşka, daha iyi, daha güzel, daha
mutlu, daha başarılı ve “arzu edilir” yapacağını vaat eden
tüketim nesneleri karşısında yaşıyoruz. Nasıl aşkın
vaatlerine kanmakta bir dakika tereddüt etmiyorsak paramızın
yettiği kadar süper biri olmaya da hayır diyemiyoruz. Her gün
artan alternatifler le kolaylaşacağına gittikçe zorlaşan
seçimler arasında bir parça huzur için;
“Seçimler
hakkında düşünmek ve seçim yapmak farklı meselelerdir. Ama
seçim zorbalığını kabul mü ret mi edeceğimizi seçebiliriz-
ilk adımımız da sunulan şeyin aslında ne olduğunu anlamak
olabilir.”