reklam 1

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Montaigne, Stefan Zweig

Kimse toplum dışı sayılmak, sürülmek, zindana atılmak ve kovulmak tehlikesiyle karşı karşıya değildi. Bu nedenle Montaigne, kuşağımıza çoktan kırıldığına inandığımız birtakım zincirleri koparmak için anlamsızca çaba harcıyormuş gibi gözüküyordu; ama kaderin bu zincirleri, üstelik her zamankinden daha katı ve acımasız bir biçimde yeniden hazırladığının farkında değildik.”

Yirmili yaşlarında, özgürken, önündeki, sınırsız umut vaat eden uzun hayata bakarken, Montaigne'in Denemeler'i, Zweig için edebi değerinden öte bir anlam taşımaz. Dünya artık 16. yüzyılın karanlıklarını aşmış, değişmiştir. Özgürlük bireylerin doğuştan sahip oldukları bir haktır. Onun için yapılan mücadeleler, din adamlarının ve yöneticilerin hırslarına kurban edilen milyonlarca insan, hepsi geçmişte, yüzyıllar öncesinde kalmıştır. Artık düşündüklerini söyleme ve yazma özgürlüğüne sahiptirler. Aslında 19.yüzyılda bunun aksinin olduğu bir dünya aklına bile gelmez.

Ama şartlar çok çabuk değişir. 1940'la gelindiğinde yaşam hayal bile edemeyeceği kadar güçleşir. Zweig, Nazi dehşeti yüzünden ülkeden ülkeye göç etmek zorunda kalır. Ama sanırım yaşadığı duygusal çöküntünün yanında bunun lafı bile olmaz. Nazilerin uyguladığı kitlesel vahşet karşısında, insan olarak kalmak, akıl sağlığını korumaya çalışmak çok da kolay değildir. İşte tam da bu yüzden, çocukluğuna dair ilk anıları, sokaklarda yaşanan toplu kıyımlar olan ve hayatının sonuna kadar da, salgın hastalıklardan daha çok insanı yok eden mezhep kavgalarının tam ortasında ayakta kalmaya çalışan Montaigne'i anlamaya başladığını, onunla duygudaşlık kurduğunu söyler.
Montaigne, bu kader ortaklığından sonradır ki benim için onsuz edemeyeceğim bir yardımcıya, teselli kaynağına ve dosta dönüştü. Çünkü kaderi bizimkine gerçekten çok benziyordu.”

Stefan Zweig, Nazi dehşetinden kaçarak gittiği Brezilya'da, çıldırmış dünyadan uzaklaşmak için, insanlığın yine sınavdan geçtiği başka bir zamanda, dört yüz yıl öncesinde, insan olarak kalmayı başarmış bir dosta sarılır. Montaigne biyografisi Zweig'ın ölmeden önce üzerinde çalıştığı üç eserden biri olur. Ona göre Montaigne, “...dünyadaki her homme libre'nin yani her özgür insanın ilk atası, koruyucusu ve dostu, bu yeni, ama yeniliğine rağmen sonrasız bilim dalının, kendini her şey ve herkes karşısında ayakta tutabilme biliminin en iyi öğreticisi” dir.

Montaigne'in denemeleri tek bir konuya yoğunlaşmıştır. “Ben” ve Ben'in özü”. Sürekli kendini, tepkilerini, duygularını, düşüncelerini inceleyerek bir anı diğerini tutmayan benliğinin izini sürer. Bunları felsefe ve tarihin süzgecinden geçirir, denetler, yorumlar.
Montaigne'in aradığı hem kendi belirginleşme biçimlerini saptamak isteyen, içimizde olan “Ben” dir, hem de öteki, hepimizde ortak olan yandır. Tıpkı Goethe'nin ilk bilgiyi araması gibi, Montaigne de ilk insanı, katıksız insanı, kişiliği henüz hiçbir şeyin damgasını taşımayan, ön yargıların, yarar düşüncelerinin gelenek ve göreneklerin, yasaların etkisiyle yozlaşmamış arı biçimi arar.”

Korku ve umuttan, kendini beğenmişlik ve gururdan, kör inançlardan, kamplaşmadan, dünya görüşlerinden, ihtirastan, paradan, bağnazlıktan, sabit fikirden, hırstan, şehvetten, aileden, çevreden özgür kalarak kendi benliğini bulmaktır amacı. Çünkü Kendisi için özgür düşünen, yeryüzündeki bütün özgürlükleri de onurlandırmış olur.İnsan, ancak bunlardan kurtulabilirse, kendi Ben'ini “devlete, aileye, çağa, koşullara, paraya, varlığa ait olmaması gereken “Ben”i” bulabilirse yeryüzündeki çeşitliliği, çokluğu ve aynı zamanda birliği görebilir. Özgürlüğün götüreceği yer Montaigne' de olduğu gibi aklın yolunu izlemektir. Ön yargıların etkisinde kalmadan, her şeye aynı tarafsızlıkla ve hoşgörüyle yaklaşmaktır. Yaşamaktan sevinç duymaktan başka bir hedefi olmayan Ben” i yaratmaktır, “insanın kendi kendisi olmayı bilmesidir”, “kişiliğini korumayı ve kendine özgü biçimde yaşamayı başarmasıdır”.

Ne yazık ki dünya bugün de ne Montaigne'in ne de Zweig'ın dünyasından daha özgür ve güvenli  değil, hiç olmamış ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. İşte bu yüzden Stefan Zweig'ın yazdığı gibi;
Montaigne'in bundan yüzlerce yıl önce söyledikleri, kendi bağımsızlığını koruma peşinde olan biri için geçerliliğini ve doğruluğunu hep korumaktadır. Bizlerin en çok teşekkür borçlu olduklarımız ise şu sırada yaşadığımız gibi insancıl olmaktan uzak zamanlarda içimizdeki insanı güçlendirenler, sahip bulunduğumuz ve asla yitirilemeyecek tek şeyden, kendi “Ben”imizden vazgeçmememiz konusunda bizi uyaranlardır. Çünkü yeryüzünde özgürlüğü yayabilenler ve ayakta tutabilenler yalnızca herkes ve her şey karşısında kendi özgürlüklerini koruyabilenlerdir.”

8 Mayıs 2014 Perşembe

Limon Masası, Julian Barnes


İnsanlar eskiden ölümden daha rahatça söz ederlerdi. Ölümden ve gelecek yaşamdan değil, ölümden ve yok olup gitmekten. 1920'lerde, Sibelius, Helsinki'deki Kämp restorana gider ve “ limon masası” adı verilen bir sofraya katılırdı: limon Çinlilerde ölümün simgesiydi. O ve sofra arkadaşlarının -ressamlar, sanayiciler, hekimler ve avukatlar- ölümden sadece söz etmesine izin verilmiyor, onların ölümden söz etmeleri şart da koşuluyordu. Paris'te kırk elli yıl kadar önce, Magny akşam yemeklerinde geniş yazarlar grubu – Flaubert, Turgenyev, Edmond de Goncourt, Daudet ve Zola- aynı meseleyi düzenli ve samimi bir şekilde tartışırlardı.”

Julian Barnes'ın sevdiğim özelliklerinden biri de kitaplarının arasındaki ilişkiler. Birbirinin devamı olmayan hatta konuları arasında hiç bir bağ bulunmayanlarda bile diğerlerinden izlere rastlıyorsunuz. Yukarıdaki cümleleri, Limon Masası'nın neyi ifade ettiğini anlatması için Barnes'ın Korkulacak Bir Şey Yok kitabından aldım. Çünkü bahsedeceğim kitabı, farklı ülkelerden hatta farklı yüzyıllardan karakterlerin hikayeleriyle etrafına toplandığı Limon Masası. 


Ama Barnes, Limon Masasında ölümden, en azından fiziksel ölümden bahsetmiyor. Tam tersine damarlardan akan yaşamın öyküleri bunlar; beklentileri, yanılgıları, hayal kırıklıkları ve aşklarıyla, eğer'lerin, keşke'lerin gölgesindeki hayatların öyküleri ve tıpkı Korkulacak Bir Şey Yok'da yazdığı gibi öyküler;

"Edebiyat bu dünyanın neden oluştuğunu bize en iyi şekilde söylemiştir ve hala da söylemektedir. Edebiyat bize aynı zamanda, bu dünyada en iyi nasıl yaşanacağını da söyleyebilir; gerçi bunu en etkili biçimde öyle yapıyormuş gibi gözükmediğinde gerçekleştirir.”

Mats Israelson'ın hikâyesi; aklımızın bir köşesinde duran, hiç yaşanmamış, ele geçen son şansın da birkaç dakikada boşa harcandığı bir aşkı anlatıyor;

Hepsi bu kadarmış, diye düşündü Anders Bodén. Bir kapı açılıyor ve siz daha geçecek zamanı bulamadan kapanıyordu. Bir insanın kendi yazgısı üzerinde, kırmızı harflerle işaretlenmiş ve ucu sivri değneklerle yeniden akıntıya atılan kütükler kadar kontrolü vardı.”

Barbro kendi kendine, bizler ahır bölmelerimizdeki atlardan başka bir şey değiliz, diyordu. Bölmelerin numarası yok, ama öyle olsa bile yerlerimizi biliyoruz. Başka bir yaşam yok.

Bildiğin Şeyler'de ; iki arkadaşın kahve sohbetine konuk oluyoruz. Eşlerinin ölümünden sonra her ay düzenli olarak buluşan iki kadın. Söylediklerinden çok söylemedikleriyle ilişkilerini sürdüren, birbirlerinin yanılsamalarını destekleyen iki dost ya da belki de müttefik. 

Yeniden Canlanma'da yıllar önce yazdığı ama sansüre uğradığı için bir köşede kalmış piyesinin 30 yıl sonra sahnelenmesi sırasında Veroçka karakterini canlandıran genç oyuncuya aşık olan ünlü bir yazarın öyküsü.

Yaşam boyu kaleme aldığı yazıların çoğu gibi, aşkla ilgiliydi piyes. Ve yaşamında ne olmuşsa, yazılarında da o olmuştu: Aşk yürümemişti. Aşk kibarlık yaratabiliyor ya da ya da yaratamıyor, kendini beğenmişlik duygusunu tatmin ediyor ya da etmiyor, cildi temizliyor ya da temizleyemiyordu; ama şu kesindi. Mutluluğa götürmüyordu aşk; hep bir duygu ya da niyet eşitsizliği söz konusuydu. Aşkın doğası buydu.”

Fransızca bilmek; Huzur evinde yaşayan bir kadının muhtemelen Flaubert'in Papağanı'nı okuduktan sonra Barnes'a yazdığı mektuplar. Okudukları, düşündükleri ve hayat hakkında alaycı, eğlenceli yorumlar.

Bu tür bir sual için çok gençsiniz ama sağır ve deli oldukça kendinize gitgide artan bir şekilde bu suali soruyorsunuz. Şayet I. Cihan Harbi' nden iki yıl evvel farklı bir istikamete bakıyor olsaydım şimdi nerede olurdum?


Ve diğer öyküleri... Barnes'ın romanlarını aşan öyküler var bu kitapta. Gerçi belki de yoğunluklarını öykü olmalarına borçluyuz belki de yığınla duyguyu 5-10 sayfada anlattığı için ya da böyle iyi bir ruh gözlemcisi olmasından bu sarsılma hissi.  

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Nasıl Yaşanır; Sarah Bakewell

"Onu çocuklar gibi oyalanmak için ya da hırslı tipler gibi bir şeyler öğrenmek için okuma; hayır onu yaşamak için oku.”
Gustave Flaubert

İngiliz Biyografi yazarı Sarah Bakewell, Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne'in Hayatı ve Cevaplamak İçin Yirmi Teşebbüs' de, felsefenin kitap sayfalarına hapsolmuş düşüncelerden ibaret değil, tam tersine yaşamla ve bireyle iç içe olduğunu, Montaigne'in hayatından ve denemelerinden yola çıkarak tek bir soruya, Nasıl Yaşanır sorusuna verdiği yirmi cevapla gösteriyor.

1533 yılında Fransa'nın Périgord bölgesinde doğan Montaigne yargıçlık, belediye başkanlığı ve şarap üreticiliği yapmış. Otuzlu yaşlarının sonunda yazmaya başladığı denemeleri, yüzyıllar boyunca okuyucularına yol göstermeye devam etmiş. André Gide, Stefan Zweig, Virginia Woolf, Gustave Flaubert, Nietzsche, Shakespear ve daha pek çokları Montaigne'i “bir hayat arkadaşı” olarak benimsemiş. Yaklaşık 500 yıl önce yazılan ve “kişisel gelişim” kitaplarının atası olan Denemeler, canlılığından hiçbir şey yitirmeden, her nesli etkilemeye devam ederek günümüze kadar gelmiş.
Durmadan yazılarak değil, durmadan okunarak büyümeye devam etti. Her yeni okuma yeni bir Denemeler anlamına gelir; çünkü okurlar Montaigne'nin yazdıklarına kendi özel bakış açılarından yaklaşıyor, kendi yaşam deneyimleriyle katkıda bulunuyorlar. İşte bu nedenle Denemeler bir kitaptan çok daha fazlasıdır. Montaigne ve onu tanıma şansı elde etmiş kişiler arasında yüzyıllardır sürüp giden bir diyalogdur; konuşulanlar tarih boyunca değişse de, her seferinde, “Benim hakkımda bu kadar çok şeyi nerden biliyor? çığlığı ile başlar.

21.yüzyılda, kimilerine göre hiçbir zaman olmadığımız kadar bireyselleştiğimiz, kimilerine göre bencilleştiğimiz için; kimilerine göreyse kapitalizmle birlikte giderek anlamsızlaşan hayatta tutunacak bir dal arayışımız yüzünden, belki de sadece can sıkıntısından kurtulmak için her gün yeni yöntemler icat ediyoruz. İşin enteresan yanı bilimsel açıdan böylesine bir gelişme içinde olmamıza rağmen sorunlarımıza 500 yıl öncesi kadar bile akıl yürütemeyip, kuantum, evren, melek terapisi, x enerjisi gibi akla ziyan yollarla çözüm bulmaya çalışmamız. Korkarım ki dünya üzerinde bugüne kadar yaşamış toplumlar içinde, geleceğe bıraktığı düşünce mirası açısından en beceriksiz nesil olarak hatırlanacağız. Belki de bütün bunlar doğru soruları bulamadığımızdan. Belki kavramları yanlış tanımlıyoruz ya da daha büyük olasılıkla derdimizin ne olduğunu bile bilmiyoruz. Arayış içinde ama ne aradığından habersiz zaman geçiriyoruz. Ama neyse ki düşünülmüşü var ve kuantum eğitimlerinden daha zahmetli değil. 

Yüzlerce yıl önce adalet, sevgi, dostluk, iyilik nedir gibi sorularla gençleri kötü yola düşüreceği iddia edilerek ölüm cezasına çarptırılan Sokrates ve ondan daha önce ve sonra kafalarında benzer sorularla dolaşan filozoflar, Stoacılar, Epiküroscular ve Kuşkucuların izinden giden Montaigne, okurlarına ahlaki dersler vermekten özellikle kaçınarak, Sarah Bakewell'in da söylediği gibi sadece kendisi hakkında, kendi kendisiyle çelişmekten de kaçınmadan yazmış.


Yazara göre Montaigne'in “iyi bir hayat nasıl yaşanır” derken kastettiği sadece ahlaklı, dürüst bir hayat değil aynı zamanda “insan olmanın gerektirdiği her şeyi sonuna kadar tadan, tatmin edici ve ongun” bir yaşam;
"Denemeler nadiren okura bir şey öğretmeye ya da açıklamaya çalışıyor; Montaigne, eline kalemi alıp aklından geçenleri yazıveren biri gibi sunuyor kendini. Yaşadıklarını ve ruh hallerini bizzat deneyimlerken kelimelere döküyor. Sonra bu deneyimlerden yola çıkarak kendisine sorular yöneltiyor; ki bunların en başında, Montaigne'i olduğu kadar çağdaşlarını da büyüleyen o en büyük soru geliyor; Nasıl Yaşanır?

İşte Sarah Bakewell' in son derece sürükleyici ve eğlenceli anlatısıyla, keyifle okunan kitabından bu sorunun yanıtları;

Soru; Nasıl Yaşanır?

1. Cevap: Ölümü dert etmeyin;

2.Cevap: Dikkatinizi verin

3. Cevap: Doğun

4. Cevap: Çok okuyun, okuduklarınızın çoğunu unutun ve kalın kafalı olun

5. Cevap: Sevdikten ve kaybettikten sonra ayakta kalın

6.Cevap: Küçük oyunlar oynayın

7.Cevap: Her şeyi sorgulayın

8.Cevap: Dükkanın arkasında size ait bir oda bulunsun

9.Cevap: Candan olun; başkalarıyla birlikte yaşayın.

10.Cevap: Alışkanlık uykusundan uyanın

11.Cevap: Ölçülü yaşayın

12.Cevap: İnsanlığınızı koruyun

13.Cevap: Daha önce kimsenin yapmadığı bir şeyi yapın

14.Cevap:Dünyayı görün

15.Cevap: İşinizi iyi yapın ama çok da iyi yapmayın

16. Cevap: Tesadüfen filozof olun

17.Cevap: Her şeyi iyice düşünüp taşının, hiçbir şeyden pişman olmayın

18.Cevap:Kontrolü bırakın

19.Cevap: Sıradan ve kusurlu olun

20.Cevap: Bırakın da yanıtı hayat versin



2 Mayıs 2014 Cuma

Hayat Düzeyleri, Julian Barnes


Hayat Düzeyleri, Julian Barnes'ın, kanser teşhisi konulan eşinin ölümü ardından yazdığı ilk kitap. Aradan geçen beş yıldan sonra aşkı, kaybetmeyi, kederi, yas sürecini anlatıyor ve tabii ki Barnes'dan bekleyeceğimiz üzere bunu şaşırtıcı bir kurguyla ve diğer kitaplarında da gördüğümüz samimiyetle yapıyor. Üç bölümden oluşan kitapta, balonla yapılan ilk uçuş denemelerini ve fotografçılığın ilk adımlarını, yaşadığı yas süreciyle birleştiriyor.

Birinci bölüm; Yükseklik Günahı;
Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. Ve dünya değişir. İnsanlar o zamanlar bunu fark etmeyebilirler ama bu önemli değildir. Dünya yine de değişmiştir.

Gazeteci, karikatürist, fotoğrafcı ve mucit Felix Tournachon, balonculuğun önde gelen simalarından. Portre çekimlerinde kullandığı farklı tekniklerle tanınan Tournachon, nam-ı diğer Nadar, Sarah Bernhardt'ın da fotograflarını çekmiş. Yerinde duramayan, garip görünüşlü ve enteresan bir kişilik olarak tanınırmış. (“Baudelaire ona, “canlılığın insanı hayrette bırakan bir ifadesi” diyordu”.) İnsanın uçmak için yaratılmadığı ya da fotografın ruhları çaldığı gibi fikirler ortada dolaşırken, daha önce bir araya getirilmemiş olan iki şeyi bir araya getiren kişi de Nadar olmuş. Fotografçılık ve balonculuk. Birçok denemeden sonra iki-üç binanın yer aldığı belli belirsiz bir görüntü elde etmeyi başarmış.

Julian Barnes'a göre Nadar'ın balondan çektiği fotograflar “dünyanın olgunlaştığı bir anı temsil ediyorlar”. Ve bundan tam yüz yıl sonra, 1968'de William Anders, ay yörüngesindeki Apollo 8'den dünyanın fotoğraflarını çektiğinde şöyle söylemiş:

...Sanırım ayı görmek için 384.400 kilometre katetmiş olmamız ve gerçekte görülmeye değer şeyin Yeryüzü olduğu buradaki herkese çarpıcı gelmişti.

Zaman zaman fotoğraflarımıza baktığımızda aklımızdaki “ben” imgesiyle örtüşmediğini düşünürüz ya, Barnes bunu dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğraflarının yarattığı garip duyguyla karşılaştırıyor ve “Kendimize uzaklardan bakmak, öznel olanı birdenbire nesnel kılmak: bu bizde psişik bir şok yaratıyor.” diyerek yorumluyor.

İkinci bölüm; Dürüstlük Zemini;

Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz; bu bazen yürür, bazen de yürümez.

ve;

Daha önce bir araya gelmemiş iki insanı bir araya getirirsiniz ve dünya bazen değişir, bazen de değişmez. Düşüp yanabilirler ya da yanıp düşebilirler. Ama bazen, yeni bir şey yaratılır ve sonunda dünya değişir. Birlikte, o ilk büyük heyecan içinde, iki ayrı benliklerinden daha büyüktürler. Birlikte daha öteyi iyi görürler ve daha açık bir şekilde görürler.

Bohem yaşantısı, fevri ve geleneklere aykırı davranışları ile tanınan, dönemin en ünlü yıldızı, Sarah Bernhardt ve melankolik, maceraperest, gezgin Fred Burnaby'nin kısa süreli ilişkisini anlatırken aşkı sorguluyor Julian Barnes.

Düz bir yüzeyde, zeminde yaşıyoruz, ancak -ve böylece- özlem duyuyoruz. Yerdekiler olarak, kimi zaman tanrılara kadar erişebiliriz. Bazıları sanatla yükseliyor havaya, bazılarıysa dinle; çoğu aşkla. Ama havaya yükseldiğimizde, aynı zamanda düşebiliriz. Çok az yumuşak iniş var. kendimizi bacaklarımızı kıran bir güçle, yabancı bir demir yolu hattına doğru sürüklenmiş olarak yerde zıplarken bulabiliriz. Her aşk hikayesi potansiyel bir keder hikayesidir. Eğer önce değilse, daha sonra. Biri için değilse, öteki için. Bazen her ikisi için.
Peki, o zaman niçin aşka sürekli özlem duyuyoruz? Çünkü aşk, hakikatle büyünün buluşma noktası. Fotoğrafçılıkta olduğu gibi hakikat; balonculukda olduğu gibi büyü.

Sarah Bernhardt ve Fred Burnaby'nin ilişkisi sadece birkaç ay sürmüş. Gelen evlenme teklifine Sarah, özgürlüğünden vazgeçmek istemediğini söyleyerek cevap vermiş. Seçimini, gelecekte kullanılacağı hayal edilen, havadan ağır, istenildiği gibi yönlendirilen hava aracından değil, rüzgar nereye eserse o tarafa giden balondan yana kullanmış. Burnaby' nin aşk acısı ise uzun yıllar sürmüş. “At Sırtında Anadolu”' da dahil maceralarını anlattığı kitaplar yazan Burnaby, 1885'de “...Abu Klea muharebesinde Mehdi'nin askerlerinden birinin boyuna fırlattığı bir mızrakla” öldürülmüş.


Üçüncü bölüm; Derinlik Kaybı;

Daha önce bir araya getirilmemiş iki kişiyi bir araya getirirsiniz. Bu bazen, ateşle çalışan bir balona, hidrojenle çalışan bir balonu bağlamanın şu ilk denemesinde olduğu gibi bir şeydir; yere çakılıp yanmayı mı yeğlersiniz yoksa yanıp yere çakılmayı mı? Ama bazen de deneme başarılı olur ve yeni bir şey yaratılır, dünya değişir. Derken bir noktada, er ya da geç, şu ya da bu sebeple, bu kişilerden biri alıp götürülür. Ve alıp götürülen şey, orada kalan şeyin toplamından daha büyüktür. Matematiksel olarak mümkün olmayabilir bu ama duygusal olarak mümkündür.

Belki de düşüş, kızgınlık, keder, teselli arama, yalnızlık, korku, eksiklik, özlem sadece kelimelerden ibaret kalmasın diye, Barnes, karısının ölümünden sonraki beş yılda hissettiklerini ve yaşadıklarını anlatmak için ortak motifleri kullanıyor.

Hayatta bohem ya da serüvenci olabilirsiniz ama hayat yolunda yürüyebilmek için ona karşı ayak direseniz bile- ona karşı ayak direrken bile- aynı zamanda bir ortak motifin, bir düzenin size yardımcı olmasının peşinde koşarsınız.

Korkulacak Bir Şey Yok' da, bir masa etrafında toplanıp ölümden konuşan dönemin sanatçılarından; sürprizlerden kaçınmak, hazırlıksız yakalanmamak için sürekli ölümü düşünerek kişinin kendini hazırlaması gerektiğini söyleyen ilk dönem filozoflarından bahsediyordu Julian Barnes. Bu yöntemler belki kişinin ölüm korkusunu yenmesi için uygun olabilir. Peki sevilen birisinin ölümünde ne kadar işe yarıyor? Barnes'a göre sanırım pek fazla değil.