Havanın
limonata gibi tatlı, denizin ve güneşin ılıcık olduğu
sahillerden sesleniyorum. Herkesler çoktan tatili bitirmiş iş, güç
başına dönmüştür herhalde ama bugünlerde Akdeniz hakikaten
tadından yenmiyor dostlar.
Geçen
sene saçma bir şekilde, hangisini okumak istediğime karar
veremediğimden iki haftalık tatil için bir valiz dolusu kitapla
yollara düşmüş ama denizdi, güneşti, uykuydu derken valizi
açmaya bile fırsat bulamadan İstanbul'a dönmüştüm. Bu yıl
kendi çapımda bir zeka pırıltısı göstererek okuyacağım
kitaplardan çok okuduğum halde bir türlü blog'a yazma fırsatı
bulamadıklarımı aldım yanıma. Bir şekilde yazarım diyordum ama
kemiklerimi eylül güneşinde ısıtırken fırsat bulup da iki
kelam edemedim. Neyse nihayet bugün hava biraz soğudu, azıcık
yağmur yağdı da suçluluk duygumu hafifletmek için PC başına
geçebildim.
İlk
sırada Pascal Bruckner'ın Ömür Boyu Esenlik'i var. Bruckner,
modern insanın mutluluk kavramını sorguluyor. Anı Yaşa! Kendini
Gerçekleştir! Kendin Ol! sloganlarının baskısı altında ezilen,
gündelik koşuşturma içinde anı yaşayıp yaşamadığını,
yeterince mutlu olup olmadığını, yeterince kendi olup olamadığını
sorgularken hayatı ıskalayan biz insancıklar için bazı
gerçeklerin altını çiziyor. Mutluluğun tarihine kısa bir bakış
atıyor ve zaman içinde değişen kavramın bugün bizi sürüklediği
karmaşadan bahsediyor.
“Mutlu olun! bu sözün sevimli görüntüsünün altında daha paradoksal daha korkunç bir emir yok mu? İnsan mutlu olup olmadığını nasıl bilebilir? Mutluluğu kim ölçüyor? Neden mutlu olmak gerekiyor ve neden bu tavsiye bir zorunluluk haline alıyor? Acınacak halde beceremediğini itiraf edenlere nasıl bir cevap verilmeli?”
Depresyonun
ve şu aralar popüler olan tükenmişlik sendromunun ne denli sık
yaşanan sorunlar haline geldiğini gördüğümüzde bir yerlerde
yanlış yaptığımızı düşünmeye başlıyoruz. Başarı=Mutluluk
denkleminin gerçekçi olmadığını anladığımızdan beri
eşitliği sağlayacak başka seçenekleri deniyor ama her seferinde
biraz daha hayal kırıklığına uğruyoruz.
Tüketim
çağının bize yazdığı reçeteler can sıkıntımızı
arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Hayatımızı adadığımız
şeyleri elde ettiğimiz anda aslında bizi mutlu etmediklerini fark
ediyoruz. Ve işin acı tarafı yeni dünya düzeninde bunların tek
suçlusu da biziz. Bruckner, fazlaca anlam yüklediğimiz ve karmaşık
hale getirdiğimiz mutluluk kavramının bizi baskı altına
aldığını, bir parça da hayatımızı kararttığını söylüyor.
Hatta “biz muhtemelen, insanları mutlu olmadığı için
mutsuz eden ilk toplumları oluşturuyoruz.” diyerek işi bir adım
ileriye götürüyor.
Durumumuz
pek iç açıcı olmasa da tamamen ümitsiz de değil. Aslına
bakarsanız okudukça sakinleştiğimi fark ettim. Nasıl olsa
Bruckner'ın söylediği gibi “...varoluş,sonsuz olanaklar
açısından bakıldığında hep fazla kısa ama bitmek bilmeyen bir
zaman dilimidir. Geldiğinde hep kaçıracağımız ve geçtiği
andan itibaren hep daha fazlasına ihtiyaç duyacağımız ek zaman
ihtiyacımız vardır.” ki debelenmeyi bırakıp belki de en başta
kabul etmemiz gereken de budur. Ama “Özellikle mutluluktan daha
önemli olmak üzere yalnızca yaşama zevki, burada, yeryüzünde
geçici, saçma bir macera içinde bulunma hazzı vardır.” ki bunu
her nefes aldığımızda hatırlamamız gerekir. Ve bence “...yaşamı
sadece mutlu olmak istemeyecek kadar çok seviyorum.” diyebilmek bu
garip ve faydasız, varlığımızı değersizleştiren düzenden
kurtulmak için iyi bir başlangıç olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder