reklam 1

30 Aralık 2010 Perşembe

Villa Amalia, Pascal Quignard














“Kader, bir varlığı kendisi dışındaki bir dünyadan gelen bir itkinin eline geçirip peşinden sürüklemesiyse ve bu varlık, bu itkinin özellikleri konusunda hiçbir zaman hiçbir şey bilemiyorsa, o zaman bir kaderi vardı. Bunun bilincindeydi. Şöyle düşündü: “nereye gittiğimi bilmiyorum ama kararlı bir şekilde koşuyorum oraya doğru. Bir şey eksik bende ve bu eksiklik içinde yolumu şaşırmaktan hoşlandığımı hissediyorum.”

Besteci Ann Hidden, on sekiz yıl birlikte yaşadığı sevgilisi tarafından aldatıldığını öğrenince,  tüm hayatını bir kenara itip yeni bir başlangıç yapmaya karar verir. Yeni bir ülke, yeni bir ev, yeni bir yaşam. Yeni biri olmak ister. Sevgilisinden habersiz evini, piyanolarını satar, işinden ayrılır, eşyalardan, fotograflardan, artık onun için gereksiz herşeyden kurtulur. İzinin bulunmasını engelleyecek ayrıntılı planlar  yaptıktan sonra yola çıkar. İtalya’nın güneşli Ischia adasına ulaşır. İlk görüşte aşık olduğu eve yerleşir. Bol bol yüzer, beste yapar, yeni insanlarla tanışır. 2,5 yaşındaki bir kız çocuğuna büyük bir sevgi duyar. 

Özetleyince çok kolaymış gibi görünüyor. Ama, Ann Hidden’da, yeni bir hayata başlamak ya da en azından hayatındaki bir şeyleri değiştirmek isteyenlerin aklına gelebilecek “Başka bir yerde keşfedeceği yaşam gerçekten daha yoğun mu olacaktı? Yaratmaya daha mı uygun olacaktı? Kesin yalnızlık gerçekten çekici bir şey miydi?” gibi sorularla, bazen de beklentilerle dolu sebepsiz neşeyle başlıyor yeni hayatına. Yalnız olmak isterken yalnızlık korkusuna kapıldığı anlar oluyor. Bol bol Hayır demesi, ne istediğini, ne istemediğini anlatması, kolay hayatın çağrılarına kulaklarını tıkaması, birçok şeyi geride bırakması gerekiyor. Peki sonsuza kadar mutlu oluyor mu? 

Anlatı sahneler ya da anlar biçiminde, kısa ve keskin. Diyaloglar  çoğu zaman bu insanlar ne kadar da kaba diye düşündürecek cümlelerle ilerliyor. Bazı bölümlerde kimin konuştuğunu ya da neden bahsedildiğini anlamak için sonraki sayfaları beklemeniz gerekiyor. Sinemaya da uyarlanan “Dünyanın Bütün Sabahları” romanıyla tanınan Pascal Quignard, Villa Amalia’da müzik ve felsefe geçmişini harmanlıyor. İlişkiler, hayat, yaratıcılık gibi konular üzerine çok güzel cümleler sarfediyor. Okuma planı yapanların keyfini kaçırmamak için ayrıntılara giremiyorum ama fikir olsun diye romandan birkaç satırı eklemek istedim:

“İnsanın sevdiğinden ayrılması zordur. İnsanın kendisinden ya da kendi imajından ayrılması daha da sorunsaldır.”
“Ortak yaşamda bir taraf kaçınılmaz bir biçimde verdiği ölçüde alır öbür taraftan. Tesadüfen biri öbüründen daha fazla almaya çalışırsa partnerini soluksuz bırakır. Aç kalan ölür. Ortak yaşam bir denge değildir. Son derece istikrarsız bir çatışmadır. Sadece hiçbir zaman elde edilemeyen, mümkün olmayan, gelen, yok olan, sürekli dönen eşitliği aramak onu hareket ettirir, yaşatır.”
“Çünkü kadınlar ve erkekler arasında yaşam sürekli bir fırtınadır. Yüzleri arasındaki hava ağaçlar ya da taşlar arasındaki havadan daha yoğun- daha düşmanca, daha çarpıcıdır-. Kimi zaman, ender olarak, olağanüstü güzel rastlantılarla yıldırım gerçekten düşer, gerçekten öldürür. Aşktır bu.”
“Söylentiye göre ağ, büyüklüğüne, genişliğine, biçimine, sağlamlığına, tuzaklarına göre kendisi için gerekli örümceği örer. Yapıtlar, kendileri için gerekli yaratıcıyı yaratırlar ve uygun biyografiyi oluştururlar.”

Not: Villa Amalia yazarın sinemaya uyarlanan ikinci romanı. Dünyanın Bütün Sabahları benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden olsa da Villa Amalia’da tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Romanla film arasında bir bağlantı kuramadım. En kritik bölümler filmde yok ayrıca romanın verdiği hissi de kesinlikle bulamadım.

5 Aralık 2010 Pazar

Erken Kaybedenler, Emrah Serbes



















Tanımadığım yazarları, yeni çıkan kitapları denerken yarım bıraktıklarımında haddi hesabı olmuyor dolayısıyla, ama yine de bu aralar bir cesaret rafların arasında maceradan maceraya koşturuyorum. Gerçi bu yeni ruh halime rağmen Behzat Ç. dizi olmasaydı ve yazarını öğrenmemiş olsaydım bu kitabı okumayı istermiydim çok da emin değilim. Dördüncü baskısını yapmış olduğunu da göz önüne alınca belki ancak altı, yedi hatta sekizinci baskıda alıp okurdum, gerçi o bile şüpheli ya neyse.  

İlk bakışta, konusu itibariyle, yani ergenler özellikle de erkek ergenler hakkında bir şeyler okumak pek de iç açıcı değildi benim için. Erkek kardeşle büyüyenler anlarlar bu durumu. O dönemleri hiç de sevimli değildir. Hayatınızı zehir eder, ailenin tüm ilgisini üzerine çeker, bir huzur vermezler. Kız evlat olarak sürekli “ne olacak bu çocuğun hali” muhabbetine maruz kalır, aranızdaki yaş farkı az olmasına ve aslında siz de ergenlik denen garip ruh hali içinde bulunmanıza rağmen bir acele  büyümek zorunda bırakılıp, onun sorumluluğunu da taşırsınız. Kavgalarda hep alttan almak durumunda kaldığınız yetmezmiş gibi  bir de anne- babayla,  hiç de hoşlanmadığınız bu yarı vahşi kişi arasında ara buluculuk yapmak gibi görev yüklenir üstünüze.

İşte böyle, evdeki erkek ergen meselesi düşündükçe hala sinir bozan bir durum olsa da Erken Kaybedenleri okurken, sekiz yaşından on yedisine, karakterlerin birinci tekilden anlattıkları hikayeleriyle çok eğlendim ama sanırım biraz da intikam hissiyle hiç de üzülemedim hallerine. (tamam peki üzüldüm ama çok değil).  

Sekiz hikaye var kitapta. Tabi ki karakterlerin o büyümüş de küçülmüş hallerinin, erkek ergen tabiatını bu konuda genellemeye gidecek kadar yansıtıp yansıtmadığını bilemem ama kimi zaman yaşlarıyla pek de bağdaştıramadığımdan, yedisinde neyse yetmişinde de o diye düşünmekten kendimi alamadığım cümlelerde, özellikle de kadınlar hakkındaki sabit fikirlerin benzerliğini gördükçe bunların ergenlikle değil de erkek olmakla mı bir ilgisi var acaba sorusu da aklıma gelmedi değil. Bir de, futbol oynayan çocukların yedinci kattaki evimize kadar duyurdukları küfürlerden olsa gerek kitaptaki küfür durumunu bile yadırgamadım ama on üç yaşında bir erkek çocuk,

“Böyle kızlar çıtı pıtı oluyorlar, güzelliklerinin bilincine tam olarak varamamaktan kaynaklanan bir şaşkınlıkla bakıyorlar ya çevrelerine, bitiyorum. Denizden yeni çıkmış Tanrıçalar misali, bunların mitolojileri bile ayrı bir güzel oluyor” 

gibi bir cümle sarfettiğinde, açıkçası bunu hayal bile edemediğimden, hatta duyacak olsam fena halde korkacağıma emin olduğumdan bana biraz fazla geldi. Neyse, belki de ben yaşlandım ve gençler artık böyle konuşuyorlar bilemiyorum. Gerçi, anlatımı çok akıcı olduğundan bu tür detaylara takılmadan, çok da severek okudum kitabı. Ve hormonları tarafından yönetilen, çocuk muamelesi görmesine rağmen yetişkin gibi davranması beklenen, erkek olmakla birey olmak arasında bir yerlerde takılıp kalmış, maço tavırların altında kırılgan ruhlar taşıyan, bu yalnız, küçük adamların komik ama aynı zamanda hüzünlü hikayeleri bir miktar sempati bile yarattı diyebilirim.

Tereddüt edenler için bir tür teşvik olarak, Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını okuyup sevenlerin, Erken Kaybedenler’den de, Emrah Serbes’in tarzından ve eğlenceli karakterlerinden de çok keyif alacağını söyleyebilirim.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Ah bu rüzgâr...




















Yağmurlar yağsın sonra kış soğuğu gelsin bende evimde gönül rahatlığıyla oturmak için bunu bahane edeyim, salep-kestane gibi mevsim adetlerini keyifle yerine getireyim diye bekliyorum. Bu arada ne zaman kestane görsem, başımda  kartondan bir külahla ana okulundaki yerli malları haftası kutlamalarında hatırlıyorum kendimi. Acaba bu aylara mı rastlıyordu? Her neyse, sonunda dün gece, ana haber bültenlerinde dedikleri gibi “yazı aratmayan” günlerin işkencesi, yağmurun penceremizi çalmasıyla bitti, yani umarım bitmiştir. 


Rüzgârın, ne olduğu meçhul şeyleri kırıp döküp, önüne katıp sürüklerken çıkardığı tangur tungur seslerini dinlerken aklıma yazın yine böyle bol rüzgârlı günlerinde okuduğum, Katherine Mansfield’in, Can yayınlarının seçtiği öykülerinden oluşan kitabı geldi. Ah bu Rüzgâr, öykülerden birinin de ismi aynı zamanda.

Onun anlatımının büyülü olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum. Söze dökmeye çalıştığınızda sizin için anlamını yitirecekmiş gibi gelen, çok zarif, çok gizemli, insanı derinlerinden vuran bir dili var Mansfield’in. Öykülerinin, zamanı- mekanı unutturan, sizi içine çeken havası; hızla gelip geçen, hiç üstünde durulmayan, bir kısmını belki hiç tanımadığınız ya da adını koyamadığınız, kıyıda köşede kalmış ve ancak böyle anlatılır dediğiniz duyguları yaşatıyor.

Ah Bu Rüzgâr'daki öykülerin hepsini çok sevdim ama belki de okurken bulunduğum ortamın biriktirdiği düşünceler yüzünden Sinek’in yeri benim için farklı oldu. Basit bir gerçeği anlatıyor aslında, diğer öykülerden çok daha düz bir akışla ama çok da etkileyici biçimde yapıyor bunu. Kısacık öykünün son satırlarını okurken anlıyorsunuz bir süredir (o süre ne kadar bilmiyorum) hipnozun etkisi altında olduğunuzu. Öykü bittiğinde karakterle aynı anda uyanıyor, aynı ruh hali içinde buluyorsunuz kendinizi. O anı yaşarken, bir saniye önce okuduklarınızı, onların çağrıştırdığı düşünceleri sanki bir satır öncesi yokmuş, hiç olmamış gibi sildiğinizi fark ediyorsunuz. Büyük acılar, küçük anların içinde kaybolup gidiyor. İşte hayat böyle devam ediyor. Bir de bu rüzgar olmasa.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Keyif Evi, Edith Wharton

“Gerçek nedir? Konu bir kadınsa en kolay inanılan şey hikâyedir” 



















Güzelliğiyle ünlü Lily Bart, New York sosyetesinin tanınmış simalarındandır. On sekiz yaşına kadar sürdürdüğü rahat yaşam, önce tüm servetini kaybeden babasının, sonrada sefalet içinde yaşamaya dayanamayan annesinin ölümüyle tamamen değişmiştir. Kimsesiz kalan Lily, yanına yerleştiği halasının arada bir verdiği parayla yaşamaya çalışır. Yetiştirilme tarzı farklı olsa belki de rahatça geçineceği bu miktar, Lily’nin sürdürmek zorunda olduğu hayatın ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemektedir. Şık giysiler alması, her zaman çok güzel görünmesi, balolarda boy göstermesi, haftasonlarını geçirdiği yazlık evlerdeki toplantılarda briç oynaması, bu topluluğun üyesi olarak kalması için yapması gereken şeylerden sadece birkaçıdır. Diğer bir zorunluluk ise tüm bunlara parası yetmediğinden ve en önemlisi toplum içindeki statüsünü koruyabilmek, daha rahat hareket edebilmek için evlenmek, üstelik zengin bir adamla evlenmek zorundadır. Sosyeteye tanıtıldığı gençlik günlerinde oldukça zengin ve ünvan sahibi taliplerini geri çeviren Lily artık yirmi dokuz yaşındadır ve gelen evlilik teklifleri de oldukça azalmıştır. 

Aslında insanların olduğuna inandıklarından farklı biridir Lily. Lükse ve rahat yaşama olan tutkusunu görüp  zengin koca avında olduğunu düşünenlerin tersine sadece parası için biriyle evlenmeyi davranışlarıyla değilse bile bilinçaltıyla reddeder. Tam da onun istediği soruyu soracak damat  adayıyla olan randevusuna gideceği yerde, gerçekten hoşlandığı ama yeterince zengin olmadığı için evliliğe uygun görülmeyen ayrıca kendisiyle evlenmeyi düşünmediğini de bildiği Lawrence Selden’le yürüyüşe çıkar. Ama Lily hep böyledir, “ Toprağı hazırlamak ve tohumları ekmek için köle gibi çalışır, ama hasadı kaldırma günü gelince ya uyuyakalır ya da pikniğe gider.” Nitekim uygun adayı dalavereler çeviren bir başka kadına kaptırır. Zengin talibinin koşarak kaçmasına neden olan bir takım dedikodular yayılmıştır ama karşılığında Lily’nin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Lily, dost görünen ama kendi çıkarları ya da kıskançlıkları yüzünden çamur atan insanlardan çeker en çok. Kocasını aldatan arkadaşının kendisini kurtarmak için tüm sosyeteyi  ona karşı doldurması Lily’nin giderek dışlanmasına neden olan olayların son noktası olur. “Sen benden gerçeği istedin, bir kız hakkındaki gerçek şudur: hakkında konuşulursa işi bitmiştir, durumunu ne kadar çok açıklarsa o kadar kötü görünür göze.” derken o anda ve daha sonrasında hayatını altüst edecek davranışlara  cevap verme çabasına neden hiç girmediğini anlarız. Ama o sessiz kaldıkça durumundan faydalanmak isteyenlerin sayısıda o ölçüde artar. 

Yazar, Lily Bart’ın lükse düşkünlüğü üzerinde durduğu kadar onun yetiştirilme tarzından da bahseder romanda. Dönemin kadını tek  bir amaç için yetiştirilmektedir. Selden’ın, “Evlilik sizin mesleğiniz değil mi? hepiniz bunun için yetiştirilmiyor musunuz?” sözlerinde de, Lily’nin zengin ama aynı oranda sıkıcı ve kibirli koca adayı için söylediklerinde de-“Bunları da, o adamın ömür boyu canının sıkılması onurunu kendisine bahşetmeye sonunda karar verebilmesi olasılığı uğruna yapacaktı. Korkunç bir kaderdi bu ama nasıl kaçabilirdi ki? Başka seçeneği var mıydı?”- görürüz. Lily’nin evlilik üzerine hayalleri, Jane Austen'in, kadınlar için benzer şartların geçerli olduğu dönemde yazdığı mutlu sonla biten romanlarını hatırlatır. 

“Aslında kurduğu hayallerin evlilik sözü verdiği günden öteye gitmesine izin vermiyordu. O günden sonrası maddi rahatlamanın sisleri içinde kayboluyordu ve kendine kol kanat geren kişinin kimliği çok şükür ki belirsiz kalıyordu.”

Sonuçta kadın için evlenmeden önce en basit özgürlük düşlerinin gerçekleşmesi bile mümkün değildir. Selden’ın küçük dairesini gördüğünde, evlenmeden,  kendi zevkine göre döşeyeceği bir eve asla sahip olamayacağını söylemesi de; halasının evindeki odasını bile düzenleyebilse daha iyi bir insan olacağına inanması da benzer bir durumu işaret eder. Çalışıp para kazanmak da hiçbir deneyimi ya da eğitimi olmayan Lily için aynı derecede imkansızdır. Sonunda içine düştüğü durumdan kurtulmak için yapabileceği tek şey hiç hoşlanmasa da, çok zengin bir adam olan Rosedale’le evlenmektir. Ama Lily’yi sosyeteye giriş bileti olarak gördüğü için evlenme teklif eden bu adam da artık Lily’den fayda görmeyeceğini bildiğinden onu reddeder. Yalnız bırakılan Lily, çıkış noktası olarak sarıldığı her umudun onu, çukurun daha derinlerine çektiğinin farkındadır ve durumunu görenlerin sık sık  “keşke sana yardım edebilsem” sözlerinde toplumun koyduğu kurallar karşısındaki çaresizlik hissedilir. 

Lily’nin aşık olduğu, (dönem romanlarında sık rastlanan eğitici erkek) “Bu teklifi yapma hakkım, bir erkeğin, farkında olmadan yanlış bir konuma gelmiş bir kadını aydınlatması konusundaki evrensel haktır.” diyen kurtarıcı rolündeki Selden’ın, bir taraftan kendisinin de yakından tanıdığı Lily’nin çevresini ve hayat tarzını eleştirirken diğer taraftan erkekçe şüphelerden ve iki yüzlülüklerini gayet iyi bildiği toplumun en basit ön yargılarından kendisini bile kurtaramamış olması ama buna karşılık Lily’nin, hayatını eski durumuna getirecek mektupları, Selden’ı zor duruma sokmamak için kullanmaması; arada sırada kadının da erkeği kurtarması gibi bir durumun inanması zor olsa da  gerçekleşebileceği ihtimalini ortaya koyan ve romanın geneline hakim aykırı tavrın bir parçası olarak görülebilir. 

Kadının toplum içindeki yalnız konumu dönem romanlarında sıkça işlense de Edith Wharton’ın detaylı gözlemlerini, iğneleyici yorumlarını ve her satırı dolu dolu romanın içinde barındırdığı çok sayıdaki karakteri, başarılı betimlemelerle kanlı canlı gözünüzün önünde getiren anlatımını, romanın bana fazlaca acıklı gelen son sayfaları dışında – sanki anlatımın tonu birden değişiyor- her yönüyle çok çok beğendiğimi de söylemeden geçemeyeceğim.

12 Kasım 2010 Cuma

Aspern’in Mektupları, Henry James

















Ölümünden yıllar sonra eserleri yeniden keşfedilen şair Jeffrey Aspern’in sırlarını çözmeye kendini adamış Amerikalı edebiyat eleştirmeni, onun izlerini, Venedik’e kadar sürmüştür. Şairin bir zamanlar aşık olduğu Juliana Bordereau, yeğeniyle birlikte bu şehirde yaşamaktadır. Aspern’in hayatının, yaşayan tek tanığıyla konuşmak ve şairin ona yazdığı mektupları elde etmek için eleştirmenin yapamayacağı şey yoktur. Ama daha önceki denemelerinden de öğrendiği  kadarıyla uzun süredir inzivada olan Juliana Bordereau’ya normal yollardan ulaşmak mümkün değildir. Tek şansı para sıkıntısı çeken iki kadının yaşadığı eve kiracı olarak yerleşebilmek ve niyetini açıklamadan önce onların güvenini kazanmaktır.  

Nitekim yaşlı kadın, yıllardır kendisiyle birlikte yaşayan ve dışardaki hayat hakkında hiçbir şey bilmeyen yeğenine, kendisi öldükten sonra geçinmesi için para bırakmak amacıyla, Amerikalı eleştirmenin çok yüksek bir kira karşılığında eve yerleşmesine izin verir. Ama Jeffrey Aspern’in hayatının gizleri, eleştirmenin henüz çok uzağındadır. Yaşlı kadın ve yeğeni, evin kendilerine ait odalarından çıkmamakta, kiracılarıyla hiç iletişim kurmamaktadır. Eleştirmenimiz ise kapalı kapılar ardında ne tür sırlar olabileceği üzerine kafa patlatmakta, ev sahibesine ulaşma  yollarını düşünürken onların karakterleri üzerine de yorumlar yapmaktadır. Bu sırada Venedik’te geçireceği zaman hızla tükenmektedir. Eleştirmen amacına ulaşmak için Bayan Bordereau’nun orta yaşı geçmiş, hiç evlenmemiş ve oldukça saf görünen yeğenini kendi tarafına çekerek, teyzesinin ölmeden önce mektupları yok etmesine engel olmasını sağlamaya ve mektupları onun yardımıyla elde etmeye çalışır ama işler pek de umduğu gibi gitmez. 

Aspern'in Mektupları; eleştirmenin aradığı mektuplar gerçekten var mıdır? Juliana Bordereau, eleştirmenin amacını anlamış ve yeğeninin geleceğini garanti altına almak için mektupları mı kullanmaktadır? Yeğen Tina üzerindeki etkisi eleştirmenin işine yarayacak mıdır? Eleştirmen mektuplara ulaşmak için ne kadar ileriye gidebilir? Juliana, odasında şair Aspern’e ait başka gizler de saklamakta mıdır? gibi romanın sonunda bile şüphe uyandırmaya devam edecek sorularla başbaşa bırakıyor okuyucuyu.  

Daha önce okuduğum Yürek Burgusu’nda olduğu gibi Aspern’in Mektupları’nda  da Henry James hikâyeyi, birinci tekil anlatıcının iç konuşmalarıyla aktarıyor. Ama anlatıcının düşüncelerine bu kadar yakın olmamız ondan çok emin olacağımız anlamına gelmiyor çünkü Henry James’in karakterleri okuyucu üzerinde tam tersi bir etki  yaratıyor. Yürek Burgusu’nda kendi kendinizden korkmanıza neden olan yazar, Aspern’in Mektuplarında şüphenin, belirsizliğin sınırlarına sürüklüyor, hırsın, insanı götürebileceği  uç noktalara işaret ederken, ahlaki değer yargılarının kırılgan yapısını ortaya çıkarıyor.

Edebiyata kendi tarzıyla damgasını vuran Henry James’in günümüz okuyucusuna biraz farklı gelecek bir anlatımı olduğunu söylemek gerek. Aksiyon yerine karakterin zihnini okuduğumuz, sırrını hala çözemediğim bir biçimde yavaş yavaş ele geçiren, okuyucuyu kendi içine döndüren, onun üzerinde hikâyeden bağımsız etki yaratan romanlar bunlar. Okudukça “bunu nasıl yapıyor?” sorusunu sürekli gündemde tutan, aramızdaki çağ farkına rağmen psikolojimizle oynamayı başarabilen müthiş bir yazar.

5 Kasım 2010 Cuma

Karanlıkta Kahkaha, Vladimir Nabokov













“Bir zamanlar, Almanya’nın Berlin kentinde Albinus adında bir adam yaşardı. Zengindi, saygındı, mutluydu; günün birinde gencecik bir metres uğruna karısını terketti; sevdi, sevilmedi; ve yaşamı felaketle son buldu.”
cümleleriyle başlayan roman hakkında daha fazla spoiler vermeden ne söylenebilir ki? İnsan neden okur sonunu bildiği bir romanı? Çünkü
bu cümlelerin devamında Nabokov’un yazdığı gibi;“...her ne kadar bir insan yaşamının özeti, yosunla çerçevelenmiş olarak, bir mezar taşının üstüne kolayca sığarsa da, ayrıntılar her zaman hoşa gider.” Ve böyle bir girişten sonra, okuyucu (yani ben), gayet orijinal bir yazarla karşı karşıya olduğunu sezer ve sayfalar ilerledikçe bunun sadece bir başlangıç olduğunu anlar. 

Nabokov bir türlü cesaret edip de okuyamadığım yazarlar listemdeydi. On yıllar sonra üşengeçliğimi yenip gittiğim Tüyap’da  gıcır gıcır, fırından yeni  çıkmış gibi duran kitaplarına rastlayınca, arka kapaktaki -“Nabokov’un insan yalnızlığı konusundaki en soğuk romanlardan biridir”- yoruma rağmen, ismine bakıp, belki de komiktir diyerek aldım Karanlıkta Kahkaha'yı. Ve, hani derler ya  “bir solukta” okuduktan sonra Nabokov romanlarının hepsini  toplayıp eve getirmediğime pişman oldum.  

Evet, Karanlıkta Kahkaha okuduğum en soğuk romanlardan, Nabokov ise en acımasız yazarlardan biri. Bol bol eleştirilen Flaubert bile Emma’ya bu kadar kötü davranmamış, arada bir şefkat göstermişken, Nabokov, ne kendisi yaklaşıyor karakterlerine ne de sizin onlarla duygusal bağ kurmanıza izin veriyor. Karakterlerinin hiç birini sevmiyor, nefret etmiyor  ya da acımıyorsunuz çünkü yazarda onlara karşı bu türden hisler beslemiyor. Ola ki birine acımaya başladınız, hemen onunla dalga geçiyor; zeki ve dolayısıyla çekici karakter rezil biçimde kötü, iyi olan beceriksiz ve saf  görünüyor.  Ayrıca garip biçimde romanın geneline hakim olan bir tür duygu eksikliği fark ediliyor. Sadece karakterlerle değil anlatım diliyle de, onların hislerine, aradaki mesafeyi kapatacak kadar yani gerektiğinden fazla yoğunlaşmanıza engel oluyor.

İnsanoğlunun çelişkilerini, zayıflıklarını, kötülüğünü bir bir  ortaya dökerken parantez içi yorumlarla da sadece izleyici olduğunuzu hatırlatıyor, sizi hikâyenin dışında bırakarak tarafsızlığınızı korumaya zorluyor. Belki de, Nabokov’un, karakterlerin ne hissettiğinden çok ne düşündüklerini gösteren bu tavrı  romanı böyle ironik, acımasız ve eğlenceli yapıyor.  

Henüz diğer romanlarını okumadım ama sanırım Nabokov kendi edebiyat anlayışını  ve romandaki soğukluğun altında yatan düşünceyi, karakterleri aracılığıyla ortaya koyuyor. Meselâ Albinus, bir sohbet sırasında yazar Conrad’ın romanlarını;

Büyük, evrensel bir yazar olmamasının tek sebebi-...- toplumsal sorunları göz ardı etmesi, dikkate almaması. Oysa müthiş toplumsal değişimlerin yaşandığı çağımızda bu, utanç verici, hatta günah sayılabilecek bir şey”  

cümleleriyle eleştirirken, romanlar üstüne tartıştıkları bölümde, Conrad’ın, kendi romanlarını;

“Bir edebiyat hemen hemen yalnızca Yaşam’dan ve Yaşamlar’dan besleniyorsa, ölmeye yüz tutmuş demektir. Freud’a bağlı kalan romanlardan ya da sakin kır yaşamını resmeden romanlardan hiç hazzetmiyorum”

diyerek savunması Karanlıkta Kahkaha’nın psikolojiden ve toplumsal devinimden uzak yapısının nedenini açıklıyor.  

Ayrıca Nabokov’un yaşamı da, onun bu romanındaki karakterlerin birden fazlasıyla arasında benzerlikler olabileceği ihtimalini akla getiriyor. Varlıklı, aristokrat bir aileden gelen, iyi eğitimli, kültürlü yazarımız, hayatın gerçeklerinden nasibini almamış, kendi kozasında yaşayan ama bulunduğu çevrenin ahlaki değerlerine uygun düşmeyen tutkulara sahip sanat eleştirmeni Albinus karakteriyle, kendisinin de bir parçası olduğu değerler sistemini gülünç duruma düşürüyor. Sanat çevresine karşı alaycı, küçümseyici olan Rex karakteri ise romanın daha doğrusu yazarının anlatı boyunca sergilediği tarza çok yakın olduğundan ister istemez Nabokov’un bu topluluğa bakışı hakkında tahmin yürütmenize sebep oluyor.  

Karanlıkta Kahkaha, önce Rusça olarak Kamera Obskura adıyla yayımlanmış, sonraki yıllarda bir parça değiştirilerek yine Nabokov tarafından İngilizceye çevrilmiş. Bizde ise İletişim yayınlarından çıkan son baskısının gayet akıcı ve keyifli çevirisini Pınar Kür yapmış (ama belki bisiklet didonu yerine gidonu, ahçı yerine aşçı kelimesi kullanılsa daha iyi olurmuş). Daha çok ona ün kazandıran Lolita romanıyla tanınan Nabokov,  sayamadığım kadar çok roman, şiir, eleştiri yazmış. Zooloji eğitimi alan yazar kelebek uzmanı olmasıyla ve satranç bilmecelerine ilgisiyle ünlüymüş. 1899’da Rusyada başlayan hayatı, İngiltere, Almanya ve Amerika’dan sonra yerleştiği İsviçre’de 1977 yılında sona ermiş.

Sonuç olarak, yazarın en popüler romanlarından değilse de, okunası, gülünesi ve ibret alınası bir eser olan Karanlıkta Kahkaha’yı, her kitaba böyle ilgi göstermeyen kedicim Şeker de şiddetle tavsiye ediyor.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Etgar Keret

Etgar Keret’in Siren Yayınlarından çıkan kitabı, sonuncusu hariç iki-üç sayfalık kısa hikâyelerden oluşuyor. Tanrı olmak isteyen otobüs şoförü, sergilendiği müzeden annesinin rahmini almaya çalışan adam, Özbekistandaki bir delikten çıkıp alışveriş yapan cehennem sakinleri, porselen domuzcuk kumbarasında para biriktiren çocuk, trapezci olmak isteyen bir başkası, yetenek toplayıcısı iblis, sevgisini kanıtlamaya çalışan kadın, bir kiralık katil, Mossad şefinin oğlu, sürekli sınıf arkadaşıyla karşılaştırılan bir adam, sadece intihar edenlerin gittiği dünyada sevgilisini arayan biri, merhametsiz İbrani Tanrısı ve icat ettiği borular sistemiyle ulaştığı cennetten iskambil kağıdı siparişi veren adam ... hikâyelerden bazılarının konusu.  

Bu enteresan içeriğe rağmen, kitabın arkasında yer alan, New York Times’ın –... Kahkahalarla güldürüyor- yorumuna katıldığımı pek söyleyemem. Belki İsraille ilgili bilgim yetersiz olduğundan, belki yetersiz espri anlayışım ya da dil farkı yüzünden bilmiyorum ama kahkahalarla gülme beklentisi bu kitabı almak için son neden olmalı diye düşünüyorum. En azından okuduktan sonra benim için böyle oldu.
 
Hikâyelerin büyük bölümü, normal şartlar altında fena halde iç sıkıcı görünen ölüm, intihar ve öteki dünya üzerine. Normalde diyorum çünkü bu temalar Etgar Keret’in şaşırtıcı bakış açısıyla farklı bir boyut kazanıyor. Ön kabullerimiz,  onun oluşturduğu evrene göre çok da absürd diyemeyeceğimiz durumlarla yer değiştirirken, kendimizden emin, güvenle yaşadığımız dünya algımız  üzerinde yaptığı birkaç değişiklikle hem tanıdık hem de yabancı bir evren yaratıyor. Bildiğimiz dünyayı, bilmediğimiz, en azından şimdilik yabancısı olduğumuz dünyayı tanıdık bir biçimde anlatıyor. Gündelik hayatı konu ettiği İsrail’le ilgili hikâyelerinde ise olaylardan çok ironik bir yaklaşımla onları yorumlayışı, ters köşeye yatırıyor okuyucuyu. İki sayfalık hikâyeleriyle romanlara yakışan karakterler yaratıyor.  

1967 Tel Aviv doğumlu Etgar Keret,  ülkesinin popüler yazarlarındanmış. The New York Times, Le Monde, The Guardian gibi önemli gazetelerde hikâye ve makaleleri yayınlanıyormuş. Yaratıcı yazarlık atölyeleri de düzenleyen Keret’in  kitapları yirmi dokuz dile çevrilmiş. Aralarında Wristcutters, Jellyfish  ve animasyon olarak çekilen $ 9.99  bulunduğu otuzdan fazla hikâyesi kısa film olarak sinemaya uyarlanmış. Türkçede ise Nimrod Çıldırışları ve Gazze Blues adıyla iki kitabı yayımlanmış. 

“Cennet’in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. Bana buraya kendini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinden hoşnut kalmamaları ikinci seferde uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. Ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. Hepsi değişik yollardan gelmişler Cennet’e....” 

İlgilenenler için not:  Etgar Keret  şu sıralarda İTEF (İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali) dolayısıyla ülkemizde ve kısa filmi Wristcutters pazar günü (31 Ekim) saat 15:00 da Kargart’da gösterilecek.  Aynı gün, aynı yerde saat 19:00 da Hakan Günday ve Georgi Gospodinov’la bir söyleşiye katılacak. 

22 Ekim 2010 Cuma

Kırmızı Pelerinli Kent, Aslı Erdoğan

 “Kırmızı Pelerinli Kent” in arka kapağında  “...kendi izini süren bir yalnızlık öyküsü” anlattığı yazılmış. Evet, Özgür, her köşe başında, karşısına, şiddetin, ölümün çıktığı Rio’da yapayalnız.  Ama onun başa çıkmakta zorlandığı bildiğimiz türde bir yalnızlık değil, Özgür, yalnız olmaktan çok yalnızlığında başbaşa kaldığı, anlam veremediği kendi varlığından mustarip. Tanımadığı ama bir biçimde var olduğunu bildiği, daha doğrusu olması gerektiğine inandığı anlamın, “bilinmeyenin” peşinde “yalnızlığını kuşanıp” Rio’ya gelmiş. Enerjisine hayranlık duyduğu şehrin gerçeklerini kavradığındaysa  tek çaresinin kendi anlamını yaratmak yani yazmak olduğuna karar vermiş. İşte bu yüzden, roman içinde romanla, birbirini tamamlayan iki anlatıyla karşılaşıyoruz. Okumak için geldiği şehirde, parasız, işsiz üstelik üniversiteden atılmış Özgür bir roman yazmaya çalışıyor. Tekinsiz, ölümcül, kırmızı pelerinli, Rio de Janeiro’nun romanında anlatıcı Özgür’ü, Özgür de, kurgusal karakteri Ö. yü seslendiriyor. 

Şiddetin günlük hayatın parçası haline geldiği, insanların kaldırım kenarlarında ölüme terk edildiği, açlığın, yoksulluğun, insani değerleri sorgulattığı ama bir yandan da müziğin, dansın hiç durmadığı kanlı, canlı bir şehir Rio. Belki bu çelişki yüzünden gelmiş şehre, belki de kendi çelişkisine en uygun yer olduğu için seçmiş Rio’yu ama sonuçta her ikisini de uç noktada hissetmeye başlamış. Aşkı ve yaşamı ezip, ne olursa olsun onlardan bir şeyler koparan insanlara hayranlıkla bakıyor, onlarda tıpkı şehrin hissettirdiği yaşamı görüyor. Bir yandan sokaklarda ölmemek için dua ediyor diğer yandan aradığı anlamı bulmak için, ölmek üzere olan insanları farklı ama yakın bir incelemeden geçiriyor. Bedenin yok oluşunda geride kalanı anlamak ister gibi, sanki onların yaklaştığı ölümde de yaşamın izlerini sürüyor. Sırf bu yüzden “en korktuğu şeyi kovalamaktan vazgeçmiyor” Yazmak için yaşadığı romanının sıfır noktasına ulaşmayı başarıyor. 

Aslı Erdoğan, Türkiye’de bilgisayar mühendisliği ve fizik okumuş. Sonra Rio’daki fizik eğitimini yarıda bırakarak yazmaya karar vermiş. İki yıl Brezilya’da yaşamış. 1994’de yazdığı ilk romanı Kabuk Adam’dan sonra bir öykü kitabı olan Mucizevi Mandarin’ i çıkarmış. Kırmızı Pelerinli Kent  1998’de yayımlanmış. Anladığım kadarıyla kendi yaşamından da izler taşıyan bu romanı  Fransızca ve Norveççe’ye çevrilmiş, bir de ödül almış. Öykülerden oluşan son kitabı Taş Bina ve Diğerleri ise 2009’da yayımlanmış. Yakın bir zaman önce de Sait Faik  ödülünü alan  Aslı Erdoğan, yurt dışında da geleceğe kalacak elli yazar arasında gösteriliyormuş.

Kırmızı Pelerinli Kent, ilk Aslı Erdoğan romanım.  Açıkçası sayfalarla beraber  hücum eden “niye aldım ki, bıraksam mı acaba?" düşünceleri  yerini “neden olmasın?” a terketti. Hakkında yazmaya kalkışınca da  “aslında şunu da, bunu da anlatıyor, acaba şöyle mi demek istemiş ” diye kendi kendime konuşmaya başladım. Seveni çoktur eminim ama benim okumaktan özellikle kaçındığım bir tarzda yazıyor diyebilirim. Her duyguyu psikolog koltuğuna uzanmış gibi anlatıyor, hissettirmekten çok çözümlüyor, yorumluyor. Keşfedecek pek bir şey bırakmıyor okuyucuya. Sonra dili çok şiirsel, okumaya bir kere kaptırınca anlam arayışına da girmiyor, güzel, ahenkli kelimelerin içinde kayboluyor, aynı cümlelerin farklı dizilişlerine rastladıkça ayılıp, ilerliyormuyum yoksa olduğum yerde mi dönüp duruyorum diye düşünüyorsunuz. Bazen kelimeleri, bazen de cümle içindeki yerlerini değiştirdiği Rio betimlemelerinde okuyucunun sabrını zorlamak pahasına en güzel cümleleri kurmak için uğraşıyor, aynı imgeyi defalarca yorumluyor, üstelik yaptığının da gayet farkında, romanda bunu itiraf etmekten de çekinmiyor. Siz de “tamam anladım, hava sıcak, terliyorsun, açsın, pasaklısın, sinirlerin bozuk, bezginsin, Rio’da çok pis kokuyor” diye çığlık atmamak için kendinize hakim olup, her sigarasında ve çayında ona eşlik ediyorsunuz. Evet  bence bu kitabı okurken yapılması gereken de bu. Ona eşlik etmek, götürdüğü yere gitmek ve yapmak istediği şeyi anlamaya çalışmak. Sonrasında sevip sevmemek size kalmış.

15 Ekim 2010 Cuma

En Mavi Göz, Toni Morrison

Beloved (Sevgili) ile Pulitzer alan Morrison, 1993’ de Nobel ödüllü bir yazar olmuş. Toni Morrison’ın Amerika’da 1970’de yayımlanan ilk romanı, En Mavi Göz’ de Nobel’in geldiği  yıl, Can yayınlarından çıkmış ve hemen üç baskı yapmış.

Kendisi bana en çok katlanabilen kitaplardan biri olması sebebiyle kütüphanemin değerli üyelerindendir. Sanırım üniversitenin ilk yıllarında almıştım. O zamandan bu zamana bir sürü ev, kütüphane ve iki şehir değiştirdi ama yollarda telef olmadı, bazı kitaplarım gibi alıp başını gitmedi. Ne zaman göz göze gelsek o günleri, kömür isi kokan Ankara’nın su fışkırtan kaldırım taşlarını, Yüksel caddesini, Dost Kitapevini hatırlattı. Oysa şimdi durum farklı, bunca yıldan sonra ne hikmetse kapağı açıldı ve ilk kez okundu. Artık raflarda karşılaştığımızda Ankara’yı değil,  bambaşka düşünceleri getirecek. 

En Mavi Göz, 1940’lar da zenci olmayı, pis zenci olmayı, çocuk, kadın, erkek olmayı, masumiyeti ve acımasızlığı, küçük bir kız olan Pecola’nın çevresinde anlatıyor.

Pecola, siyah, çirkin ve sakardır. Daha doğrusu etrafındaki herkes böyle söylemektedir. Okulda çocukların alay ettiği, öğretmeninin yüzüne bakmadığı, annesinden bile duygusal yakınlık görmeyen küçük bir kızdır. Aynada kendisini incelerken, neden kimsenin onu sevmediğini anlayamasa da, ondan esirgenen ilgiyi üzerine çeken, sevgi duyulan çocuklardan tek eksiğinin mavi gözler olduğuna emindir. Dünyadaki en mavi gözlere sahip olursa hayatındaki her şeyin yoluna gireceğine inanır.  Sarışın, mavi gözlü Mary Janes şekerlemelerinden yemek, Shirley Temple resimli fincanla süt içmek ve tıpkı onlar gibi sarı saçlı, mavi gözlü Maureen’le arkadaş olmak ister. Güzelliğin ve sevginin simgelerine ne kadar yakın olursa onlardan o kadar pay alacağını düşünür.  

Roman ilerledikçe görürüz ki Pecola’nın etrafındaki yetişkinlerin  hiçbiri ondan çok güzel, akıllı, çocuklar ondan çok daha sevimli değildir. Pecola’nın şanssızlığı, onlara, kendilerini hatırlatmasıdır. Kendi yaşadıklarını, çirkinliklerini, unutmak istedikleri zayıflıklarını, yalnızlıklarını görürler Pecola'ya bakınca. İnsanlar, onun sessizliğini, ürkekliğini, çocuk olmasını kullanır, onun üzerinden yaşamdan bir tür öç alırlar. Siyah olmanın, beyaz dünyanın standartlarına uyamamanın, sinemada gördükleri beyaz insanlar kadar mutlu olamamanın, başkalarının gözüyle baktıkları yüzlerinin hıncını çıkarırlar Pecola’dan. 

Hikâyenin karakterlerinden ve anlatıcılarından Claudia ve ablası Frieda ona yakınlık gösteren, anlayan ender kişilerdir. Aslında Pecola’dan birazcık daha şanslıdırlar o kadar. Ama Claudia, Pecola gibi öfkesini içine atan bir tip değildir. Shirley Temple'dan hoşlanmaz çünkü Pecola ve Frieda'dan küçük olan, Claudia, henüz "çevreye uymayı" öğrenmemiştir. Beyazlarla arasındaki farkı anlamak için tıpkı güzelliklerinin nedenini ararken sarışın taş bebekleri parçaladığı gibi  beyaz kızların sevilmesinin nedenini anlamak için de onları çimdikler. Romanda, yetişkinlerin yargılarındaki yanlışı gören, okuyucuya gösteren ve düzeltmeye çalışan aklın, mantığın sesi Claudia ve Frieda'dır. Duyduklarını çocuksu bir saflıkla yorumlar, hamile kalan Pecola’ya yardım etmek için kendilerince girişimlerde bulunur ancak başaramazlar. 

“ Bu topraklar belirli türdeki çiçeklere yaramıyor. Belirli tohumları beslemiyor, belirli meyveleri vermiyor, toprak kendi istenciyle bir şeyi öldürdüğünde biz de boynumuzu büküp kurbanın yaşama hakkı olmadığını söylüyoruz. Yanlış yoldayız kuşkusuz, ama önemli değil. En azından kasabamın kıyılarında, kasabamın çöpleri, ayçiçekleri arasında artık çok, çok, çok geç.”

13 Ekim 2010 Çarşamba

Asi Melekler, Danielle Trussoni

Danielle Trussoni’nin ilk romanı Asi Melekler henüz yayımlanmadan büyük ilgi çekmiş. Yayıncılar kitap için, sinemacılar film hakları için kapışmışlar. Geçtiğimiz günlerde de biz okurlar, Doğan Kitap sayesinde Asi Melekler’le tanışma fırsatı bulduk.  
 
Ana karakterimiz "Evangeline", annesinin esrarengiz ölümünden sonra babasıyla birlikte Fransa’dan Amerikaya taşınmış ve kısa bir süre sonra da babası tarafından Azize Rose manastırına emanet edilmiştir. Manastırda kaldığı on bir yıl boyunca sessiz ve düzenli  bir yaşantı süren "genç rahibe", 1999 yılının son günlerinde aldığı bir mektupla hayatının aniden ve dönüşü olmayan biçimde değişmek üzere olduğunun henüz farkında değildir.

Mektubunda, zengin ve ünlü koleksiyoncu Abigail Rockefeller ile manastırın başrahibesi arasında bir bağlantı olduğunu düşündüren bazı yazışmalar bulduğunu söyleyen Verlaine adındaki sanat tarihçisi, bir müşterisi adına yaptığı bu araştırma için manastırın arşivini incelemek istemektedir. Her zamanki red cevabını göndermeden önce, Evangeline konu hakkında küçük bir araştırma yapar ve gerçektende 1944’de yani ikinci dünya savaşı sırasında Abigail Rockefeller tarafından başrahibeye yazılmış bir mektuba rastlar. Abigail, Rodop dağlarına yapılan başarılı keşif gezisinden ve manastıra gönderdiği Celestine’den bahsetmektedir. Sanat tarihçisinin tahmini doğrulanmıştır ama konuyu iyice merak etmeye başlayan Evangeline, artık çok yaşlanmış  olan rahibe Celestine’in odasına bir ziyaret yapar. 

Celestine ona melekbilimden, Rodop’a yaptıkları geziden, Gözcü meleklerden ve onların insanlarla birleşmesinden doğan Nefillerden bahseder. Hırsları ve kötü yaradılışlarıyla yeryüzündeki tüm acıların nedeni olan Nefiller ile onları durdurmaya çalışan Melekbilimciler arasında binlerce yıldır süren mücadelenin merkezindeki  gizemli çalgı lirin önemini  anlatır. Aziz Agustinius’dan Milton ve Dante’ye, Orpheus’dan Nazilere kadar işin içinde kimler vardır kimler. Ama Evangeline için işin can alıcı noktası kendi ailesinin melekbilim içindeki yerini öğrenmesi olur. 

Anneannesinin verdiği  melekbilim defterini yıllardır saklayan ve melekler üzerine dünyadaki en geniş arşive sahip manastır kütüphanesinin idareciliğini yapan Evangeline, anne ve babasının bu konuyla ilgileri olduğunu bilse ve hatta manastıra gelmeden önce birkaç nefil görmüş olsa da Verlaine gibi çekici birini tanıyıncaya kadar bunlar hakkında araştırma yapmamıştır.  Ama, artık maceraya katılmak zorunda olan  Evangeline, geçen yılların acısını çok kısa sürede çıkarır ve Verlaine’ın mektubunu alana  kadar sormadığı tüm soruların yanıtlarını aynı gün içinde almaya başlar. 

Mistik sırlar, mitoloji, tarih ve bunları birbirine bağlayan komplo teorilerini barındıran romanları sevsem de son yıllarda çıkan bu tarz romanlardan pek haberim olmadı. Bir ara çok gündemde olan Dan Brown’la tanışıklığım bile yılbaşı tatilinde iyi gider diye şimdi adını hatırlamadığım bir romanına başlayıp okuyabildiğim iki sayfayla  sınırlı kalmıştır. Aslında edebiyatın bu türünü sinemaya daha çok yakıştırırım. Pek bilmediğim bir konuda atıp tutmak, genelleme yapmak olacak ama bence karakterden çok harekete dayalı bu romanlarda, anlatıcının mesafeli ve dışarıdan gelen sesi olayı aktarmıyor da, tarif ediyor gibi. Bu yüzden araya giren diyaloglara rağmen ses, anlatıyla bağ kurmayı zorlaşıyor, romanı okumaktan çok izlediğinizi hissettiriyor. Aklın sınırlarını zorlayan mekan tasvirleri ile boşluktaymış gibi hareket eden karakterler yüzünden malesef okumanın zevkini yaşayamıyor ve uyuklamaya başlıyorsunuz. Ayrıca diğer roman biçimlerini okurken garipsemediğim üst-baş betimlerinin bu tarzda çok göze battığını farkettim. Klasik romanlarda, yapıp etmeleriyle, söyledikleriyle insansılaştırdığımız, bağ kurduğumuz karakterler bu tür de daha çok giydikleriyle okuyucuya aktarılıyor. Karakteri, giydiği pantolonun ya da kravatın markasına bakarak tahlil etmeye çalışmak, muhtemelen Hermes’le başka bir marka arasındaki farkın karaktere kattıklarını bilmediğimden bana biraz yabancı geliyor.

Asi Melekler’de de türün bu ayırıcı niteliklerine bolca rastladım. Artı olarak, manastırda dolaşan rahibenin roman boyunca sadece işine yarayacak insanlarla konuşması, daha doğrusu romanın sonlarına doğru üç kişiden fazla olduklarını anladığımız rahibelerden herhangi biriyle, koridorda olsun karşılaşmaması, kimsenin ona günaydın bile dememesi düşündürücü de olsa ilk bölümlerinde, sanki anlatıya kendinizi kaptırmanızı engellemek için özellikle yapılmış gibi hemen her paragraf başının “Evangeline” ve “Genç Rahibe” kelimeleriyle başlaması bence hepsinden daha fazla rahatsız ediciydi. Peki hiç iyi bir şey yok mu, tabiki var. Hem yukardan gelen sesin kesilip anlatının birinci tekile dönmesi, hem de konunun bence en önemli kısmı olması itibariyle, Celestine’in geçmişi hatırladığı uzunca bölüm, okurken gözlerimi açık tutmakta zorladığım romanın, roman okuduğumu hissettiren, keşke tümü böyle olsaydı diye düşündüğüm ve bitirdikten sonra aklımda kalan tek yeriydi. 

Hikâyesi ilgi çekici, ama genelinde dili oldukça yavan olan Asi Melekler bittiğinde ki devamı da geliyor sanırım, Vayyy bee!  dedirtmese de şu yağmurlu günlerde boş bakışlarla TV karşısında oturma durumuna alternatif olarak düşünülebilir.

8 Ekim 2010 Cuma

Talih Kuşu, Amy Tan

1989’da yayımlanan ilk romanıyla The New York Times’ın  en iyi satanlar listesine giren, aldığı iki ödülün yanısıra başka başka ödüllere de aday gösterilen Amy Tan için sadece yetenekli ya da şanslı demek yetmez ayrıca anneler ve kızları gibi hassas bir konuya el attığı için kendisini cesaretinden dolayı kutlamak da gerekir.  Bırakın bir dolu insanın okuması ihtimali olan romanı, burada bile yazılamayacak kadar özel ve tehlikelidir, söze dökülemeyecek gizemli yönleri vardır. Kızlar bunu öğrenir, annelerse bilirler. 

Göçmen bir aileden gelen yazarın kendi yaşamını da katarak biçimlendirdiği roman, Çinden, Amerikaya göç etmiş dört kadın ve onların Amerika doğumlu kızlarının hayatlarından kesitler aktarıyor okuyucuya. Kendi ülkesinde kadın, yeni hayatında, tamamen farklı bir kültürde göçmen olmanın dilsizleştirdiği annelerin, kızlarına ulaşma çabalarını, onlar hakkındaki umutlarını, koruma isteklerini ve kızların, büyüme, kimlik edinme, bireyselleşme çabalarını görüyor,  anne ve kızların birbirlerine karşı hislerini ilk ağızdan öğreniyoruz. Çin’in egzotik ve masalsı görüntüsünün altındaki gerçekleri keşfederken, düğünlere, ölümlere, festivallere tanık oluyor, feng sui, Çin astrolojisi ve doğu inançları hakkında fikir ediniyoruz. Doğu ve batı kültürleri arasındaki uçurumu hissediyor ama konu kadınlar olunca bazı şeylerin zaman-mekan ayrımı yapmadığını, onlar için pek bir değişiklik içermediğini görüyoruz. Tüm bunların ötesinde çoğu kez, bu kadınların, Jung’un söylediği gibi hayatta kalmak için zorunlu olarak en gelişmiş işlevlerini yani sezgilerini kullandıklarını fark ediyoruz, kadınlar arası ilişkilerin ve kadın olmanın evrensel yanını keşfediyor, annelerin aynı zamanda kadın olduklarını hatırlamak gerektiğini anlıyoruz. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman eğlenceli romanı okurken Amerikada yaşayan Çinli insanların evlerinde, yaşlı teyzelerin atışmalarını ya da anne-kız çekişmelerini, dertleşmelerini izlerken kendimizi hiç de yabancı hissetmiyoruz. Ve işin en güzel tarafı tüm bunları Amy Tan’ın sakin ve rahat anlatımından okuyoruz. 

“Kızım dün, “Evliliğim yıkılıyor” dedi bana.

Artık bu yıkılışı seyretmekten başka bir şey gelmiyor elinden.
Yaşlı gözleri duyduğu utançtan sımsıkı kapalı, bir psikiyatrist koltuğunda uzanıyor. Ve sanıyorum, yıkılacak bir şey, ağlanacak bir şey kalmayıncaya kadar da orada uzanıp duracak. 

“Yapacak bir şey yok! Hiçbir şey yok! diye ağlıyordu. Bilmiyor. Konuşmuyorsa, bir seçim yapıyor demektir. Çabalamazsa, şansını sonsuza kadar yitirebilir. 
Ben biliyorum bunu, çünkü Çin usulüne göre yetiştirildim ben: Hiçbir şey arzu etmemem, başka insanların derdini, acısını yutmam, kendi derdimle yanmam öğretildi bana.

Bense kızıma bunların tersini öğretmiş olmama karşın, o yine böyle benim gibi oldu! Benden doğduğu için, bir kız olarak doğduğu için belki de. Ben de kendi annemden doğmuştum, ben de kız olarak doğmuştum. Hepimiz merdivenlere benziyoruz, adım adım, çıkıyoruz, iniyoruz, ama herkes aynı yöne gidiyor. 

Sanki bir düşü yaşıyormuşsun gibi, ses çıkarmamanın, dinleyip seyretmenin ne demek olduğunu bilirim ben. Daha fazla seyretmek istemezsen gözlerini kapatabilirsin. Ama daha fazla dinlemek istemediğin zaman ne yapabilirsin? Altmış yıl önce neler olduğunu hala işitebiliyorum.” (Talih Kuşu) 
Not: Amy Tan’ın yaratıcılık hakkındaki konuşması için:
 

1 Ekim 2010 Cuma

Kozmik Haydutlar, A.C.Weisbecker

Eveett, artık çekim yasasına hakkaten inanıyorum çünkü bu romanı okumamın başka bir açıklamasını bulamadım. Yeni yayımlanan romanlardan birini almak istiyordum ama bu arada bir yere yetişmek için de acele ediyordum. “Ne Nedir?” i mi alsam diye yeni çıkan kitaplar bölümünün etrafında dönüp dururken son anda, hatta vazgeçip dışarı çıkıp tekrar içeri girdikten sonra, ne içine ne de arkasına bakacak vakit bulamadan Kozmik Haydutlar diye bir romanı alıp kasaya gelmişim. Sonradan uyandım, niye aldımki şimdi bunu diye de bayağı bir hayıflandım. 

Derken kitabın arkasına bakmamla birlikte gördüğüme inanmam için çekim yasasına da inanmam gerektiğini anladım. Ve her ikisine de inanmaya karar verdim. (Ne zararı var ki?) Sen hakkında at, tut, hatta kuantum diyen herkese “eee neymiş yaniii” diye saatlerce eziyet et,  sonra evren de sana desin ki “İşte al kuantum bu! İnsanları rahat bırak!”

Yeraltı edebiyatı severlerin bu romanı atladıklarını hiç sanmıyorum ama benim karşıma iki gün önce çıktığından her ihtimale karşı ve daha önemlisi evrene olan borcumdan dolayı Kozmik Haydutlar’dan bahsetmek istiyorum.

Romanın ikinci baskısına önsöz olarak eklenen hikâyesi en az kendisi kadar ilginç. İlk baskısı 1986’da yapılan fakat  o sıralarda kimsenin dikkatini çekmeyen Kozmik Haydutlar’ın yazarı  Weisbecker, körfez savaşı sırasında (1991) yayınevinden, tanesini bir dolara aldığı yüz adet kitabını, okuduktan sonra arkadaşlarına vermelerini  isteyen bir not yazarak yüz askere göndermiş. Yıllar sonra 1998’de Amerikanın bir yerlerinde yolculuk yaparken yazdığı kitabın nadir eserlerden sayıldığını, açık arttırmalarda  300 dolardan satıldığını, felsefe kitaplarıyla omuz omuza durduğunu ve tabiki kendisi hakkında uydurulan efsaneleri öğrenmiş. 

“...kitap bazı önerilen kitaplar listelerinde yer alıyordu, birisi de felsefi eserlere yer veren bir listeydi. Benim adım, Carl Jung, Carlos Castaneda, Immanuel Kant ....gibilerinin adlarıyla yanyanaydı”  diyen Weisbecker, garip bir tesadüfle burada da Carl Jung’la yanyana olduğunu bilse eğer kuantum evreninde yaşıyorsak bunu anlamlandırmaya çalışmanın delilik olduğunu düşünürdü herhalde. Neyseki  bugün biz gelişen bilimin ışığı altında konuyu çekim yasasıyla ilişkilendirebiliyoruz.

Romanın konusuna gelecek olursak; Eski bir (şimdiki geçmiş zamanda eski) uyuşturucu kaçakçısının hırsızlık sonucu eline geçen fizik kitapları sayesinde kuantum’la tanışmasıyla  başlıyor roman.  Hayatına doğru perspektifi kuantum fiziği ile getireceğine inanan anlatıcımız bizi, şimdi, geçmiş ve gelecek (kimin için gelecek?) zamanda,  Meksikalı haydutlar, hırsızlar, askerler, polisler, CIA, FBI, asla ayık gezmeyen eli bombalı kaçakçılar ve görece sıradan insanlar arasında geçen bir maceranın ortasına atıyor.  Ne yapacakları belli olmayan kuark’lar gibi, anlatının ne yapacakları belli olmayan karakterleri ve kurgusunu göz önüne alırsak, romanın, makrokozmik de olsa, bir tür atomaltı düzeyde geçtiğini, neden-sonuç ilişkileri kurarak  hayatına düzen getirmeye azmetmiş  okuyucuya kendisini yeniden gözden geçirebileceği bir atomaltı yaşam örneği verdiğini görüyoruz.  

 “...Eminim bir gün bu tür bir terapi sıradan bir şey olacak. Bohr’un, Lorenz’in ve Planck’ın öğretileri çok geçmeden Freud’un, Jung’un ve Fromm’un saçmalıklarının yerini alacak. Bunda hiç şüphe yok” diye yazan Weisbecker’ ın 1980’lerde bugünü görmüş olması da ayrıca enteresan bir nokta. Yurt dışında kuantum terapileri  ne zamandır gündemde  bilmiyorum ama ülkemize bakınca  pratik uygulamaları hakkında  ayrıntılı bilgim olmasa da -en ilkel yorumla, yani benim anladığım şekliyle, vücudumuzda bulunan her bir atomun içindeki kuarklara bulaşıp evrene yayılan ve bize ev, araba, sevgili vs. olarak geri dönen olumlu düşünceler kuramı- popüler kültürün parçası haline gelen düşünce sisteminin  romanda*  anlatılan kuantum’la  neyseki** pek ilgisini göremediğimi, konu  hakkında daha fazla fikir sahibi olmak, “hayatınıza doğru bir perspektiften bakmak”  ya da  sadece eğlenceli zaman geçirmek için bile bu romanın okunası olduğunu söyleyebilirim. 

*Romanı okumaya karar verdiyseniz bence şimdiden dipnotlara alışın. (Yazar da aynı fikirde) 

**“neyseki” derken düşündüğüm konu kuantum fiziğinin yaratıcılarından Niels Bohr’ un romanda gördüğüm cümlesinden kaynaklanıyor.  Bohr demiş ki  “ Kuantum kuramıyla ilk karşılaştıklarında dehşete kapılmayanlar herhalde onu anlamış olamazlar” benimde aklıma şu soru takıldı: çok sevip bağrımıza bastığımız, öğrenmek için sürüyle kitap okuyup, kurslarına gittiğimiz kuantum’u  olduğu gibi mi, işimize geldiği gibi mi anlıyoruz? Bana kalırsa olumlu hislerimizi evrene gönderip bir cevap beklemek, fırtınanın ortasında şemsiyeni düzgün tutmaya çalışmakla aynı şeye tekabül ediyor. Her ikisini de gerçekleştirdiğimize inansak bile ilki mikrokozmik, ikincisi de makrokozmik düzeyde sadece bizim hayalimizden ibaretler. 

“Aslında madde, Evrenin tamamı, esasta madde-dışı. Başka bir deyişle, gerçek anlamda muz maddesi diye bir şey yok. Basite indirgeyecek olursak, bu muz dalgalardan oluşuyor ve bu dalgalar da olasılık dalgaları. Başka bir ifadeyle, bu muz bir olasılıkla var. Hâlâ istiyor musun?”  (Kozmik Haydutlar)

28 Eylül 2010 Salı

Psikolojik Karakterler, C.G.Jung


Sahaflar şenliğinden Sa’di Şirazi’nin kitabıyla birlikte Jung Psikolojisinin Ana Hatları’nı (Frieda Fordham) da aldım. Ne alaka gibi göründü sonradan ama galiba bu aralar böyle şeyler okumam gerekiyor. Aslında Henry James’in Yürek Burgusu'nuda aynı gün aynı yerden almış ve okurken kendi kendimden epeyce korkmuştum. Jung’la tanışınca o korku, yerini insan zihninin acayipliği, özellikle de ortak bilinçaltımız konusunda, yeni bir hayranlığa bıraktı. Henry’nin mürebbiye karakterini biraz olsun yorumlamamda yardımcı olurken kendi hakkımdaki kafa karışıklığımı da fena halde arttırdı. (Ben neyim acaba???).

1875’de doğan Carl Gustave Jung, psikolojinin üç büyüklerinden (Freud, Adler ve Jung)biri. Tıp okumuş ve psikiyatri üzerine çalışmaya başlamış. Yeni bir psikoloji anlayışı geliştirirken Freud’un bazı savlarını da deneylerle kanıtlamış. Ama sonra başka bazı konularda onunla fikir ayrılıkları yaşamışlar. Jung Psikolojisinin genel adı Analitik Psikolojiymiş. Çeşitli ülkelerde kabileler üzerinde araştırmalar yapmış, bir sürü ödül almış. Yazdığı yığınla psikoloji kitabının yanında bir de doğu felsefesi, mitoloji, dilbilimleri, karşılaştırmalı dinler ve edebiyatla uğraştığına göre sanırım TV dizileriyle arası pek iyi değilmiş. Benim okuduğum “Jung Psikolojisinin Ana Hatları” isimli kitap Frieda Fordham’ın kaleminden çıkmış, gayet anlaşılır ve zevkle okunan bir Jung Psikolojisi özeti. Kitabın önsözünü Gustave Jung yazmış ve kendisini gayet güzel anlattığı için yazara teşekkür etmiş.

İçedönük ve Dışadönük olarak iki farklı psikolojik karakter belirleyen Jung'a göre kişi bir davranış biçimini geliştirirken diğerini bilinçaltında saklıyormuş. Arada bir dışadönük tipin (ya da tersi) içedönük hal ve tavır içine girmesi mümkün olsa da bireyin gerçekte dışadönük veya içedönük olan karakteri aynı kalırmış. İnsanlar arasındaki çatışmanın kökeninde de bu iki tipin birbirlerini, farklı nitelikleri yüzünden küçümsemeleri ve karşısındaki tipin özelliklerini olumsuz biçimde algılaması yatıyormuş. Oysa dengeli bir davranış biçiminin her iki türü de eşit olarak içermesi gerekiyormuş. Batıda dışadönük davranış tipi ön plana çıkar, içedönük tiplere rahatsız insanlar gözüyle bakılırken, doğuda genellikle içedönük karakter takdir görüyormuş. Batının maddi ve teknolojik ilerlemesinin tersine doğunun maddi anlamda yoksul ama ruhsal açıdan gelişmiş olmasının da bu karakterler üzerinden açıklanabileceğini söylüyormuş psikoloğumuz. 

Karakter gelişimin önemli kısmı ilk yıllarda gerçekleşiyormuş ama aynı aile içinde yetişen çocuklardan kimisinin içe dönük kimisininse dışa dönük olması, bu özelliklerin doğuştan oldukları düşüncesini arttırıyormuş. 

Jung’ a göre çocukların psikolojik karakterlerini belirleyen özellikler kısaca şöyle: 

İçedönük çocuklar:  

-Çekingen ve kararsızdır.

- Yeniliklerden hoşlanmaz ve yeni eşyalara korkuyla ve çekingen yaklaşır. 

-Tek başına oynamayı sever ve birçok arkadaş yerine tek bir arkadaşı tercih eder.

- Nazik ve düşüncelidir ve genellikle zengin bir hayal dünyaları vardır. 

-Dışadönük çocuklar:

- Çevrelerine kolay uyum sağlar, eşyalara ve onlar üzerindeki etkisine çok dikkat eder.

- Ani ama gelişigüzel bir algılamaları vardır, korkusuzdurlar. 

- Üstlendikleri işleri severek ve en iyi biçimde yapmaya çalışır, çabasında kendisini tehlikeye atar.

- Bilinmeyen herşey onlara çekici gelir. 

Diyelim ki büyüdük, o zaman da kendimizin ve etrafımızdaki insanların psikolojik karakterini anlamak ve kabullenmek birçok çatışmayı önlememiz konusunda bize yardımcı olabilir;

İçedönük yetişkinler:

- Karşılaştıkları duruma karşı hayır dercesine bir geri çekilip sonrasında tepki gösterir.

- İnsanlara ve nesnelere karşı güvensizdir.

- Sosyal değildir, düşünmeyi harekete geçmeye tercih eder.

-Topluluk içinde kendini yalnız ve kaybolmuş hisseder.

-Duyguludur, davranışlarının aptalca görünmesinden korkar. Genellikle toplum içinde nasıl davranacaklarını öğrenemedikleri görülür.

-Savruktur ya da çok fazla dürüsttür. Çok titiz bir biçimde hatta komiklik derecesinde naziktirler. 

-Aşırı vicdan sahibi, kötümser ve eleştirici olma eğilimindedirler. 

-Hep en iyi niteliklerini kendilerine sakladıklarından kolaylıkla yanlış anlaşılırlar.

-Üstün yönlerini ancak yakın çevrelerinde ortaya koyabildiklerinden ilgi görmüyormuş gibi davranırlar, dolayısıyla çalışma arkadaşlarından daha az başarılı olurlar. 

-Enerjilerini  başkalarını etkilemek için kullanmadıkları ve sosyal etkinliklerde harcamadıkları için genellikle olağanüstü bilgi sahibi oldukları veya ortalamanın üzerinde olan bazı yetenekler geliştirdikleri görülür. 

-Yalnız olduklarında ya da küçük bir dost grubu içinde bulunduklarında çok etkindirler. 

-Düşünmeyi, sohbet ve kitaplara, sakin uğraşılarını gürültülü etkinliklere tercih ederler. 

-Kendi yargıları, genel olarak kabul edilen bir görüşten daha önemlidir. 

-Çok popüler kitapları okumayı reddeder ve herkesin övdüğü bir şeyi değersiz sayar.

-Kararlarındaki bağımsızlık ve günün koşullarına uymadaki başarısızlık doğru olarak kullanılırsa değerli olabilir. 

-Sosyal niteliklerinin eksikliğine karşın bağlı ve içten birer dostturlar. 

-Dışadönük yetişkinler:

-İleri atılarak anında tepki gösterir, davranışlarının doğruluğundan emindirler.

- Nesnelere, olaylara, insanlara karşı ilgilidirler, onlarla ilişkiye girer, bağlılık gösterirler.

- Sosyal bir tiptir ve yabancısı olduğu ortamlarda güvenlidir, genelde çevresiyle iyi geçinir, ters düştüğünde tartışmadan kaçınmaz. 

- Dış etkenlerce harekete geçirilir, çevresinden çok fazla etkilenir. 

-Güçsüz yanları yüzeysellikleri ve iyi bir izlenim yaratmaya bağlı kalma eğilimleridir. En hoşlandıkları şey topluluk içinde bulunmaktır. Yalnız kalmayı sevmezler ve aşırı düşünmenin hastalık olduğuna inanırlar. 

-Topluma iyi uyum sağladıklarından günün geçerli ahlaki değerlerini ve inançlarını genellikle kabullenirler, verdikleri kararlarda hemen hemen bu değerlere uygun davranma eğilimindedirler. 

-Çok yararlı insanlardır ve toplum yaşantısı için kesinlikle değerlidirler. 

-Daha iyimser ve çoşkulu olma eğilimindedirler. Ama ne çoşkuları ne de insanlarla olan iyi ilişkileri sağlıklı biçimde sürmez. Kolaylıkla ve kısa zamanda kurulan ilişki yine çabucak bozulur. 

-Dernekleri, grupları, partileri sever. Dost canlısı ve yardım severdir.

-Dünya ile iyi ilişkileri işlerini başarıyla sürdürmelerine yardımcı olur. 

Toplum içinde her ikisi de, karşısındakinin zayıf yanlarını görme eğilimi taşıyorlarmış. İçedönük olanlar diğer karakteri gösterişçi ve yapmacık; Dışa dönük karakterde karşısındakinin bencil ve sıkıcı olduğunu düşünse de, yaşamın kendisi için eksik kalan yönlerinin diğeri tarafından tamamlanacağını umut ederek eş seçiminde karşıt karakterde biriyle evlenme eğilimindeymiş. Ve bu evlilikler, aile kurmak, güvenli bir parasal duruma ulaşmak ve yaşamın gereksinimlerine uyum sağlamak gibi temel bir düzeyde kaldığı sürece yürütülebilirken, bu iki tip farklı dillerden konuştukları, farklı değer yargılarına sahip olduklarından, gerçek bir uyum ihtiyacı karşılanamadığı için çıkan zorluklar hayatı zehir edebiliyormuş. Bu sorunun gerçek çözümüyse her ikisinin de kişiliklerini geliştirmesine bağlıymış. 

İçedönük ve Dışadönük karakterlerin yollarını bulmak için kullandıkları alt işlevlerde mevcutmuş. Jung bunları, duyularımız yoluyla algılama (Duyuş), anlam ve kavrayış veren Düşünme, değerlendirme yapan Hissetme, gelecek üzerine fikir üreten Sezgi olarak ayırmış ve her insanın içgüsel olarak “en gelişmiş işlevini” kullanıyor olduğunu belirtmiş ...

Kitabın tamamını buraya aktarmadan önce yazıyı bitirmek ve “Jung Psikolojisinin Ana Hatları”nın (Frieda Fordham) karakter özelliklerinden ibaret olmadığını, kolektif bilinçdışının arketipleri (konu çok ilginç), rüyaların çözümlenmesi, semboller, din ve bireyselleşme gibi konuları da içerdiğini söylemek istiyorum. Bir de tükenen Gustave Jung kitapları yeniden basılsa ne güzel olur diyorum.